KONYA
   +(90) 332 353 44 31
 +(90) 552 209 43 63
ANTALYA
   +(90) 242 244 52 27
 +(90) 533 195 19 42

 

                  

                             30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI ÖNEMİ NEDİR, NEDEN KUTLANIR?

 

                Zafer Bayramı, 30 Ağustos 1922'de Dumlupınar'da Mustafa Kemal'in başkumandanlığında zaferle sonuçlanan Büyük Taarruz'u anmak için Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde her yıl 30 Ağustos günü kutlanan resmi, ulusal bir bayramıdır.

Atatürk'ün başkomutanlığında yapıldığı için Başkomutanlık Meydan Muharebesi adıyla da bilinen Büyük Taarruz'un başarıyla sonuçlanmasından sonra Yunan orduları İzmir'e kadar takip edilmiş; 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılmasıyla Türk toprakları Yunan işgalinden kurtulmuştur. İşgal birliklerinin ülke sınırlarını terk etmesi daha sonra gerçekleşse de, 30 Ağustos sembolik olarak ülke topraklarının geri alındığı günü temsil eder. İlk kez 1924 yılında Afyon'da Başkumandan Zaferi adıyla kutlanan 30 Ağustos günü, Türkiye'de 1926'dan itibaren Zafer Bayramı olarak kutlanmaktadır.

                              BABALAR GÜNÜ ÖNEMİ VE NEDEN KUTLANIR

 

             Babalar günü neden kutlanır sorusu babalar gününün yaklaşmasıyla insanlar tarafından merak edilmeye başlandı. Her yıl haziran ayının ilk haftası kutlanan babalar günü bu yıl 16 Hazirana denk geliyor.  Tüm dünyada coşkuyla kutlanan babalar günü neden kutlanır sorusunun cevaplarını sizler için araştırdık. İşte bu yıl 16 Haziranda kutlanan babalar gününün önemi ve tarihçesi…

 

Sonora Smart Dodd bir Amerikan iç savaşçısının kızıdır. Dodd'un babası annelerinin yokluğunda altı çocuğunu tek başına büyütmüştü.  Hal böyle olunca Dodd anneler günü gibi babalarında bir günü olması gerektiğini düşünmüştü. Haziranın 5’inde babasının doğum günüydü ve bu günün babalar günü olarak ilan edilmesi için tüm çalışmalara başlamıştı. Ancak yaptığı onca çalışmalara rağmen tarih yetişmemiş,  kutlamalar haziran ayının üçüncü pazar gününe ertelenmiştir.

 

Bu nedenden dolayı babalar günü haziran ayında kutlanmaktadır. Babalar günü ilk olarak 19 Haziran 1910'da Washington'un Spokane şehrinde kutlanmıştır. 1924 yılında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Calvin Coolidge kutlamaları desteklemiş; ama resmi olarak Babalar Günü ilan etmemiştir.

 

1966 yılında ise o dönemin başkanı Lyndon Johnson, her yıl haziran ayının üçüncü pazarının Babalar Günü olarak kutlanacağını açıklayan bir bildiri yayımlamıştır. 1972 yılındaysa başkan Richard Nixon'ın imzasıyla Babalar Günü yasal olarak ABD'de resmi tatil ilan edilmiştir.

             

                                  ÖMER HAYYAM KİMDİR? ÖMER HAYYAM’IN 971. DOĞUM GÜNÜ

 

                   Tam adı Gıyaseddin Eb'ul Feth Ömer İbni İbrahim el-Hayyam olan ve Ömer Hayyam olarak bilinen İranlı büyük ustanın bugün 971. doğum günü. Ömer Hayyam 971. doğum günü sebebiyle Google tarafından Doodle olarak sunuldu. İşte Ömer Hayyam kimdir sorusunun cevabı ve Ömer Hayyam'ın hayatı...

Ömer Hayyam daha çok şiirleriyle tanınsa da aynı zamanda filozof, matematikçi ve astronom. Ömer Hayyam’ın hayatı birçok ayrıntısıyla dikkat çekiyor. İşte bugün 971. doğum günü olan Ömer Hayyam’ın merak edilen hayatı…

ÖMER HAYYAM KİMDİR?

Hayyam, Nişabur doğumludur. Yaşadığı dönemin ünlü veziri Nizamül-Mülk ve Hasan Sabbah ile aynı medresede zamanın ünlü alimi Muvaffakeddin Abdüllatif ibn el Lübad’dan eğitim görmüş ve hayatı boyunca her ikisi ile de ilişkisini kesmemiştir. Bazı kaynaklar; Hasan Sabbah’ın Rey kentinden olduğu Nizamül-Mülk’ün de yaşça Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah’tan büyük olduğunu ve böylece aynı medresede eğitim görmediklerini belirtmektedir. Yine de Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ve Nizamül-Mülk’ün ilişki içinde olduklarını inkar etmemektedir. (Kaynak: Semerkant-Amin Maalouf Amin Maalouf’un bu kitabında Hasan Sabbah ve Nizamül-Mülk ile Ömer Hayyam’ın ilişkisini ve hikâyelerini kurgulamış olabileceği de düşünülmelidir. Hayyam’ın kendi dilinden yazılı böyle bir açıklaması yoktur.)

Ömer Hayyam, birçok bilim insanınca Bâtınî ve Mu’tezile anlayışlarına dâhil görülür. Evreni anlamak için, içinde yetiştiği İslam kültüründeki hâkim anlayıştan ayrılmış, kendi içinde yaptığı akıl yürütmeleri eşine az rastlanır bir edebi başarı ile dörtlükler halinde dışa aktarmıştır.

Çadırcı anlamına gelen “Hayyam” takma adını babasının çadırcılık yapmasından almıştır. Ayrıca İstanbul’un Beyoğlu ilçesinde bir semte adını da vermiştir. Tarlabaşı bulvarında Sakızağacı ışıklardan başlayıp, Tepebaşı’na kadar inen caddenin adıdır. Hayyam aynı zamanda çok iyi bir matematikçiydi. Üçüncü dereceden bilinmeyen denklemlerle ilgili yazdığı bir eserinde bilinmeyen rakamın yerine Arapça’da “şey” anlamına gelen kelimeyi kullanmıştır. Daha sonra bu eseri diğer dillere çevrilirken İspanyolcaya “Xay” olarak geçmiştir. Daha sonra bu kelime ilk harfine indirgenerek bilinmeyen rakamın simgesi “x” olarak kullanılmaya başlamıştır. Binom Açılımını ilk kullanan bilim insanıdır. Hayyam, genelde şiirlerindeki eğlence düşkünlüğünün belirgin olmasından dolayı Rubaileri ile ünlenmiştir.

Geçmişte yaşamış birçok ünlünün aksine Ömer Hayyam’ın doğum tarihi günü gününe bilinmektedir. Bunun sebebi, Ömer Hayyam’ın birçok konuda olduğu gibi takvim konusunda da uzman olması ve kendi doğum tarihini araştırıp tam olarak bulmasıdır.

Rubaîlerinde; dünya, var oluş, Allah, devlet ve toplumsal örgütlenme biçimleri gibi hayata ve insana ilişkin konularda özgürce ve sınır tanımaz bir şekilde akıl yürüttüğü görülmektedir. Akıl yürütürken ne içinde yaşadığı toplumun ne de daha öncesi zamanlarda yaşamış toplumların kabul ettiği hiçbir kurala bağlı kalmamış, kendinden önce yaşayanların insan aklına koymuş olduğu sınırları kabullenmemiş, bir anlamda dünyayı, insanı, var oluşu kendi aklıyla baştan tanımlamış; bu nedenle de çağını aşarak “evrenselliğe” ulaşmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki Hayyam’ın yaşadığı dönem, kendisi gibi çağları aşan ve tarihin gördüğü en büyük düşünürlerden birini yaratacak sosyo-kültürel altyapıya sahipti. Kendi tarihinin belki de en aydınlık dönemlerini yaşayan İslam dünyasında felsefenin hak ettiği ilgiyi gördüğü, Selçuklu saraylarında ise sentez bir Orta Doğu kültürü (Türk-Hint-Arap-Çin-Bizans) oluşmaya başladığı bir dönemde yaşayan düşünür, böylece nispeten yansız ve bilimsel bir öğrenim görmüş, Felsefeyi günah saymayan bir toplum içinde özgürce felsefe ile ilgilenebilmiştir.

Hayyam, aynı zamanda dünya bilim tarihi için de önemli bir yerdedir.Günümüzde kullanılan Miladi ve Hicri Takvimlerden çok daha hassas olan Celali Takvimi’ni hazırlamıştır. Okullarda Pascal Üçgeni Fransız matematikçi Blaise Pascal’ın soyadıyla olarak öğretilen matematik kavramı aslında Ömer Hayyam tarafından oluşturulmuştur. Matematik, astronomi konularında dünyanın önde gelen bilim insanlarındandır. Birçok bilimsel çalışması olduğu bilinmektedir.

Pek çok Rubai ünü sebebiyle Hayyam’ınkilerine karıştırılmıştır, bilinen kadarıyla Rûbailerinin sayısı 158’dir. Fakat kendisine mâl edilenler binin üzerindedir.

Ayrıca Ömer Hayyam için tarihteki ilk bilinen savaş karşıtı eylemci yakıştırması da yapılmaktadır.

Rubailerinin Türkçeye çevirisi birçok farklı çevirmen tarafından yapılmışsa da rubaileri Türk halkına sevdiren çeviri Sabahattin Eyüboğlu tarafından yapılmıştır.

                                   

                                        HEMŞİRELER GÜNÜ ÖNEMİ ( 12-18 MAYIS )

           Hemşirelik mesleği toplumsal ihtiyaçlardan doğan, insan sevgisiyle, özveri, sabır ve hoşgörü kavramlarını içinde barındıran çok yönlü bir meslektir.

Hemşireler, din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin “Herkes için Sağlık” ilkesini benimseyen, birey, aile ve topluma sağlık hizmeti sunmada ekibin en etkin rol oynayan üyesi olma konumundadır. Sağlık sektöründeki değişim, ulusal ve uluslararası arenadaki rekabetin artması, sağlıkta kalitenin artan önemi, hasta ve çalışan memnuniyetinin olmazsa olmaz hale gelmesi, nitelikli işgücü konusunda hemşirelik eğitiminin lisans düzeyinde verilmesi gerekliliğini ortaya çıkarmıştır.

Dünyada 1954, ülkemizde de 1964 yılından bu yana Florence Nightingale’ in doğum günü olan 12 Mayıs Hemşireler Günü olarak kutlanmakta ve her yıl farklı bir tema ile etkinlikler düzenlenmektedir. Uluslararası Hemşireler Birliği’nin (International Counsil of Nurses - ICN) 2015 yılı teması “Hemşireler değişim için bir güç; etkin bakım, etkin maliyet” olarak belirlenmiştir. Bu tema çerçevesinde; artan sağlık hizmeti maliyeti, hemşire açığı ve işgücü yetersizliği, bu faktörlerin hemşireler ve hastalar üzerine etkisi gibi güncel sorunlara dikkat çekilmektedir. Bu bağlamda 12-18 Mayıs Hemşireler Haftası kutlamaları ile farkındalık yaratılarak hemşirelik mesleğinin önemi vurgulanmakta ve söz konusu sorunlara çözümler üretilmesi amaçlanmaktadır.       

                               

                                         ANNELER GÜNÜ TARİHÇESİ VE ÖNEMİ NEDİR?

 

Anneler doğumdan başlayarak her zaman evlatlarının yanlarında yer alan koruyucu meleklerdir. Öyle ki, çocuk hasta olduğunda uykusuz gecelere, ergenlik döneminde her türlü asiliğe katlanırlar. Peki onların bütün bu emeklerinin onurlandırıldığı Anneler Günü bilinmesi gerekenler nelerdir?

Gözlerinizi kapayıp ilk anılarınızı hatırlamaya çalıştığınızda aklınıza gelen ilk yüz, annenizin yüzü olabilir. Bunun sebebi bebeklik döneminde hayatı ilk annenizle keşfetmeye başlamış olmanız ve annenizle kurduğunuz duygusal bağdır. Evlatlarını 9 ay karınlarında taşıyan anneler ilerleyen süreçlerde uykusuz gecelere, tedirgin bekleyişlere alışmak zorunda kalırlar. Her yıl Mayıs’ın ikinci haftasında pazar günü olan Anneler Günü onların bu emeklerini onore etmek için dünya genelinde kutlanır. Bu günde annelere verilen çeşitli hediyeler, onların hayat boyunca karşılaştığı zorluklara gösterdikleri direnç konusunda bir nevi teşekkürü sembolize eder. Bu günde çeşitli firmalar tarafından annelere özel düzenlenen kampanyalar mevcuttur. Bu kampanyalar daha çok ev eşyalarında, takıda, giyimlerde çeşitli oranlarda yapılan indirimler şeklindedir.

 

Anneler Günü ilk ne zaman kutlandı?

 

Her yıl Mayıs ayının ikinci pazarında kutlanan Anneler Günü'nün ilk olarak ne zaman kutlandığı konusunda çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Rivayetlerden biri bu günün kutlanmasının Yunan mitolojisiyle ilişkili olduğudur. Mitolojiye göre pek çok tanrının annesi olarak kabul edilen Rhea çeşitli kutlamalarla onurlandırılmaktadır. Bu kutlamalar genellikle ilkbahar mevsiminde gerçekleşmektektedir. Bu durumun bir benzeri de Antik Roma'da görülür. Antik Romalılar da bereket tanrıçası Kibele için çeşitli kutlamalar düzenlemişlerdir.

 

Bu konuda en çok kabul edilen görüş ise ilk Anneler Günü’nün ilk olarak 1914 tarihinde kutlanmaya başlanmasıdır. Bu tarihinin ilk olmasında Ana Jarvis adındaki bir kadının annesine özlemin duygusunun etkisi büyüktür. Amerika Birleşik Devletleri'nin Virginia eyaletinde öğretmen olan Anna'nın annesi 1905 yılında vefat etmiştir. Annesine oldukça bağlı olan Anna, annesini anmak için her yıl etkinlikler düzenlemek istemiştir. İsteğinin karşılığında kendi okulunda 407 öğrenci ile beraber ilk etkinliğini gerçekleştirmeyi de başarmıştır. Fakat Anna'nın bu davranışı bazı temsilciler tarafından uygun görülmemiş ve anayasa ile bağdaştırılamamıştır. Temsilcilerin bu hareketine karşı Anna hukuk savaşı vermiş ve sonunda 1914 yılında Anneler Günü'nün ülke genelinde resmileşmesini sağlamıştır. Sonrasında dünya geneline yayılan bu akım, her yıl Mayıs ayının ikinci pazarı pek çok ülkede Anneler Günü olarak kutlanmaya başlanmıştır.

                     

                       BELİRLİ GÜNLER VE HAFTALAR(ENGELLİLER HAFTASI 10-16 MAYIS)

 

GÜNÜN ANLAM VE ÖNEMİ

 

10 ile 16 Mayıs günleri arası Engelliler Haftasıdır. Bu hafta boyunca Engellilerin sorunları tartışılır. Engelliliğe sebep olan etkenler açıklanır ve bu etkenlerin ortadan kaldırılması için çareler araştırılır. Engellilerin eğitilebilmeleri ve iş sahibi olabilmeleri için gerekli şartlar oluşturulmaya çalışılır.

 

Engelliler Haftası boyunca, her gün ayrı bir engellilik konusu işlenir. 10 Mayıs günü Engelliler Haftası’nın açılışı yapılır. 11 Mayıs Görmeyenler Günü, 12 Mayıs İşitme ve Konuşma Engellileri Günü, 13 Mayıs Ortopedik Özürlüler Günü, 14 Mayıs Zeka ve Ruhsal Özürlüler Günü, 15 Mayıs Güçsüz Yaşlılar ve Korunmaya Muhtaç Çocuklar Günü olarak değerlendirilir. 16 Mayıs günü ise Engelliler Haftası’nın genel değerlendirmesi yapılır.

Akraba evliliği, gebelik öncesi tedbirsizlikler, aşıların zamanında yapılmaması ve kazalar, sakatlığın en önemli sebeplerindendir. Engellilerin de, hayatlarını sürdürebilmeleri için, çalışmaları ve gelir sağlamaları gerekir. Engellilere acıyarak, ya da onlara bakıp duygulanarak sorunlarını çözemeyiz. Onların da yapabileceği işler vardır. Engellilerin iş sahibi olmalarına yardımcı olmak zorundayız. Kanunlarımız, işyerlerinde çalışan her yüz işçiden ikisinin engelli işçi olmasını zorunlu kılmıştır.

 

Gördüğümüz Engellilerle alay etmeyelim ve gülmeyelim. Bir gün bizim de engelli olabileceğimizi aklımızdan çıkarmadan, onlara yardımcı olalım. Hepinize kazasız ve sağlıklı günler, mutlu bir ömür diliyorum.

 

Her yıl 10-16 Mayıs arası Engelliler Haftasıdır. Engellilik insanlığın ortak sorunu olduğundan, Engelliler Haftası yalnız ülkemizde değil, Birleşmiş Milletlere üye 156 ülkede aynı tarihlerde kutlanır. Hafta boyunca engellilerin sorunları, topluma kazandırılmaları konularında yayınlar, toplantılar ve seminerler düzenlenir.

 

 Engellilere yardımcı olma bilinci aşılanmaya çalışılır. Engelli durumuna düşmemek için iş güvenliği önlemleri anlatılır.

 

 Engelliler de yaşamlarını sürdürmek için çalışmak ve gelir sağlamak zorundadırlar. Çünkü çalışmak yaşamı güzelleştirir, insanı mutlu eder, huzur verir. Engellilere acımak, onlara bakarak duygulanmak soruna çözüm getirmez. Engellilerin de yapabileceği işler vardır. Onlara yardımcı olmak adına çalışabilecekleri alanlarda iş vermek gerekir.

 

 Toplumun her alanında engellilere saygı göstermek, onları da toplumun bir ferdi olarak kabul edip dışlamamak gerekir. Yasalarımız her yüz işçi çalıştıran işyerinin iki sakat işçi çalıştırması zorunluluğunu getirmiştir. Bütün ülkelerde olduğu gibi yurdumuzda da engelliler korunur. Örneğin ülkemizde çalışan engelliler, gelir vergisini indirimli olarak öderler. Hareketlerini kolaylaştırmak için yurt dışından getirilen araç ve gereçlere gümrük vergisi ödemezler.

 

Çalışan engelliler isterlerse erken emekli olabilirler. Belli toplu taşıma araçlarını ücretsiz kullanırlar.  Hiç bir engelliliğin bilerek ve isteyerek olmadığını unutmayalım.  Her normal insanın bir engelli adayı olduğu gerçeğini aklımızdan çıkarmayalım.

 

 

 

      ENGELLİ, SAKAT OLMAYA NEDEN OLAN OLAYLAR

 

 

 

Sakatlarla, sakatlıklarla ilgili çeşitli sorunlar vardır.

 

Sakatlıklar; akraba evliliği, aşıların zamanında yapılmaması, kazalar gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır. .

 

 a- Akraba evliliği

 

 Doğuştan sakatlıkların önemli bir bölümü akra­ba evliliklerinden ortaya çıkar. Yakın akrabaların teyze, hala, amca, dayı çocuklarının evliliği sonunda çok sayıda kör, sağır, dilsiz ve geri zekalı çocuk doğmaktadır.

 

 Ankara ilinde yapılan bir araştırma sonucunda 100 sakat çocuktan 30’unun yakın akraba evliliğinden doğan çocuklar olduğu görülmüştür. Tabi bu yıllar önceydi. Şimdi çok şükür halkımız bilinçlendi.

 

 b- Gebelik öncesi tedbirsizlikler:

 

Bebek bekleyen annelerin sık sık röntgen filmi çektirmesi, doktora gitmeden ilaç alması çok sık sigara ve alkollü içki içmesi doğan çocuğun sakat olmasına neden olur.

 

 

c- Aşıların zamanında yapılmaması:

 

Doğumdan sonraki ilk yılda verem, çocuk felci aşılarının zamanında yaptırılması gerekir. Aşılar zama­nında yaptırılmazsa türlü sakatlıklar ortaya çıkar. Trahom, çocuk felci, roma­tizma, kalp ve damar hastalıklarının koruyucu, iyileştirici ilaç ve aşıları vardır. Bu aşı ve ilaçların doktor denetiminde verilmesine özen gösterilmeli­dir.

 

 

d- Kazalar:

İş kazaları, tarım kazaları, trafik kazaları, yangınlar, ateşli silahlar belli başlı sakatlık nedenleridir. Trafik kurallarına uyulmama sonucu her yıl ülkemizde çok sayıda trafik kazaları oluyor. Bu kazalarda çok sayıda yurttaşımız ölüyor. Yukarda sayılan her tür kazadan korunmak ve sakat kalmamak için dikkatli olalım. Kurallara uyalım. Uymayanları uyaralım

 

 

 

ENGELLİLERİN EĞİTİMİ, ENGELLİLERİN DURUMLARININ İYİLEŞTİRİLMESİ İLE İLGİLİ YAPILAN ÇALIŞMALAR

 

 

 

Engellilerin iyileştirilmesi: Sakatlık yapan hastalık ve kazalardan sonra hemen önlem alınmalıdır. Özellikle trafik kazalarında ilk yardım çok önemlidir. Kazalardaki ölümlerin yarıdan çoğu ilk yarım saat içinde olur. Kaza sonrası hiç zaman geçirmeden yaralıyı en yakın hastaneye ya da doktora ulaştırmalıdır. Hastanelerde Acil Yardım Servisleri vardır. Bu bölümde günün her saatinde doktor bulunur. Kazaya uğrayanlara ilk tedavileri burada yapılır.

 

 

 

Engellilerin Eğitimi: Engellilerin eğitimi denilince daha çok özürlü (sakat) çocuklar akla gelir. Yurdumuzda; görmeyen, işitmeyen, hareket edemeyen, zihinsel, ruhsal dengesi bozuk 4.500.000 yurttaşımız var. Bu sayı­nın 1.400.000 kadarı çocuktur. Sakat çocuklarımızdan; görmeyenler için 7, işitmeyenler için 21, ortopedik özürlüler için l okul açılmıştır. Zihinsel ve ruhsal özürlüler ise belirli okullarda özel dershanelerde öğrenim görmekte­dir.

 

 

 

Engelliler de yaşamlarını sürdürmek için çalışmak ve gelir sağlamak zorundadır. Çalışmak, severek çalışmak yaşamı güzelleştirir. insanı mutlu eder.

 

 

 

Engellilere acımak, onlara bakarak duygulanmak soruna çözüm getirmez. Engellilerin da yapabileceği işler vardır. Engellilere çalışabilecekleri alan­larda iş vermek gerekir. Yasalarımız her yüz işçi çalıştıran işyerinin iki sakat işçi çalıştırması zorunluluğunu getirmiştir.

 

 

 

Bütün ülkelerde olduğu gibi yurdumuzda da sakatlar korunur. Örneğin ülkemizde çalışan sakatlar gelir vergisini indirimli öderler. Hareketlerini kolaylaştırmak için yurt dışından getirilen araç ve gereçlere gümrük vergisi ödemezler. Çalışan sakatlar isterlerse erken emekli olabilirler.

 

 

 

Okulda, sokakta gördüğümüz sakatlarla alay etmeyelim, gülmeyelim. Hiç bir sakatlığın isteyerek olmadığını bilelim. Sakatlara yolda, geçitlerde, taşıt araçlarında yardımcı olalım. Onları üzmemeye, kırmamaya özen göste­relim

 

 

 

ENGELLİLERLE İLGİLİ ÖZLÜ SÖZLER ENGELLİLER HAFTASI İLE İLGİLİ GÜZEL SÖZLER, ÖZDEYİŞLER, VECİZELER

 

 

 

*Engelliler yardıma değil, şefkate muhtaçtır.

 

*Engellilere saygı, onlara yaşama sevinci verir.

 

* Engellilerle alaya etmeyin, bir gün siz de onlar gibi olabilirsiniz.

 

*Akraba evlilikleri sakatlığa neden olur. Sakınınız.

 

*Engelliye avuç açtırmayalım.

 

* Özürlüye değil; özgürlüğe yol verelim.

 

* Engelli olmak suç değildir.

 

*Engeller hayatın ritmini yakalamaya engel olmaz.

 

*Her Engelli kendisine imkân verilirse topluma sağlamlar kadar yararlı olabilir.

 

*Engelli olmak, hayatı yaşamak için engel değildir.

 

*Engelliyi eğitimsiz, işsiz, güçsüz bırakmayalım.

 

*Engelli olmak üretime engel değildir, yeter ki fırsat verilsin.

 

*Engelliye acımak, ona yardım etmek suç değil; ama toplumların onları bünyesinden ayırması, kenara itmesi suçtur.

 

*Engelliyi eğitip iş sahibi yaparak onu tüketici olmaktan kurtarır, üretici yaparak mutlu ve yararlı duruma getirmeliyiz.

 

*Engelliler için yaptıklarınızı aslında kendiniz için yaptığınızı unutmayın.

 

*Engelli olmak, engel değildir.

 

*Asıl engelliler, karşılarına çıkan engeli geçemeyenlerdir.

 

*Engelli insanlara saygı, insanlığa saygıdır.

 

*Engellilere saygı göstermez ve onları küçük görürsen yarın sen de aynı duruma düşünce saygı ve sevgi bekleyemezsin.

 

*Engelliye acıyarak değil; hayranlıkla bakmalıyız. Çünkü bizim onun gibi engellimiz olmamasına karşın daha engelli gibi davranıyoruz.

 

* Engelli olmak bir kusur değildir.

 

*Ne oldum değil, ne olacağım demeli.

*Engelli insanlara saygı, insanlığa saygıdır.

*Engellilere saygı göstermez ve onları küçük görürsen yarın sen de aynı duruma düşünce saygı ve sevgi bekleyemezsin.

*Engellilere saygı, onlara yaşama sevinci verir.

*Asıl engelliler, karşılarına çıkan engeli geçemeyenlerdir.

 

*Onlar da Bizlerden Biri, Yarının Size Ne Getireceğini Bilebilir misiniz?

* Asıl Özürlüler Onları Görmeyenlerdir.

* Kaldırımları Engel Olmaktan Çıkarın! Bize Yeter

* Bize “Engel” Olmayın ! İyi Yaşamı Herkes Hakediyor.

* Asıl körlük cehalettir

* En büyük engel, engellenmektir

* Engelli olmak kusur değildir

ENGELLİLER OLİMPİYATI

 

1976 yılında A.B.D. Seattle Özel Olimpiyatları’nda,9 zihinsel ve bedensel özürlü

100 metre koşusu için başlama çizgisine dizildiler.İçlerinde özel bastonu ile neredeyse normal yürüyüş hızında bile yürüyemeyen katılımcılar vardı. Başlangıç işareti alışık olunduğu üzere silah atışı ile yapılmamış ve bir piyanonun tuşuna basılmak suretiyle yarış başlamıştı.Başlama işareti verildiğinde hepsi birlikte hamle yaptılar. Bu da alışık olunduğu gibi hızlı bir başlangıç değildi. Ama hepsi yüzlerindeki gülümseme ile yarışı kazanmak,en azından bitirmek istiyordu. Daha bu zorlu savaşın başında  aralarından genç bir delikanlı tökezleyerek yere düştü. Hem can acısından hem de geride kalmanın verdiği üzüntüden  avazı çıktığı kadar ağlamaya başladı.

 

İşte o an  izleyen tüm insanların gözlerini yaşartan  bir olay yaşandı. Ağlama sesini duyan diğer 8 yarışmacı yavaşlayıp geriye baktılar. Sonra hep birlikte geriye dönüp yerdeki arkadaşlarının yanına geldiler. İçlerinden down sendromlu olan bir kız eğilip

onu yanağından öptü, “Bu onun daha iyi olmasını sağlar.” dedi ve ayağa kaldırdı.

Sonra dokuzu birden kolkola girerek bitiş çizgisine doğru hep birlikte yürüdüler.

Tribündeki izleyiciler elleri acıyana kadar onları alkışladılar…O gün orada bulunanlar belki de hayatlarının en güzel dersini almışlardı. Onlar başkasının kazanmasına yardım ettiler ve herkes kazandı…

                              23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI

 

 

                         23 Nisan 1920, Türk milletinin iradesini temsil eden Birinci Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı ve Türk halkının egemenliğini ilân ettiği tarihtir.

 

Atatürk, 23 Nisan 1924'te '23 Nisan' gününün bayram olarak kutlanmasına karar vermiştir. Bu tarihten 5 yıl sonra 23 Nisan 1929’da Atatürk bu bayramı çocuklara armağan etmiştir ve 23 Nisan ilk defa 1929 yılında Çocuk Bayramı olarak da kutlanmaya başlanmıştır. 1979'da, yine ilk olarak altı ülkenin katılmasıyla uluslararası boyuta taşıdığımız bu millî bayramımıza, ortalama olarak her yıl kırkın üzerinde ülkeden gelen ve Türk çocuklarının misafiri olan yabancı ülke çocukları da katılmaktadır. Dünya’da çocuklarına bayram hediye eden ve bu bayramı bütün dünya ile paylaşan ilk ve tek ülke Türkiye’dir.

 

Türk milletinin gönlünde, onun bağımsızlığının sarsılmaz ifadesi olarak en önemli yeri işgâl eden 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, her yıl yurdumuzda ve yurtdışındaki temsilciliklerimizde, bütün kurumlarımızda, okullarımızda ve her evde çeşitli etkinliklerle kutlanarak millî birliğimizin kenetlenmiş ifadesini temsil etmektedir.

 

Büyük önder Atatürk’ün düşüncesinde çocuklar, milletin geleceğidir. Onlara duyduğu sarsılmaz güvenin ve büyük sevginin ifadesi olarak, millî bayramımız olan 23 Nisanlar’ı çocuklara armağan etmiştir. Tarihimizin gurur dolu sayfalarının yeni nesillerce öğrenilmesi ve Türk Devleti’nin devamını emanet edeceğimiz yeni Cumhuriyet bekçilerinin bu bilinçle yetişmesi amacıyla 23 Nisanlar, önemli birer vesiledir.

 

Milletimize ve bütün çocuklara kutlu olsun.

 

Atatürk diyor ki:

 

“Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da millî egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir.”                        

                                           15-22 NİSAN TURİZM HAFTASI ÖNEMİ

 

Turizm haftası ülkemizde her yıl Nisan ayının üçüncü haftasında kutlanmaktadır.

Turizm tanımı: İnsanların dinlenme, eğlenme gibi turistik amaçlarla geçici seyahatleri, en az bir gece konaklamaları, turizm işletmelerinin ürettikleri mal ve hizmetleri satın almalarıyla ilgili olaylar ve ilişkiler bütünüdür.

Turizmin önemi: Turizm, ulusal ve uluslararası düzeyde kazandığı dev boyutlarla, yatırımları ve iş hacmini geliştiren, gelir oluşturan, döviz sağlayan, istihdam alanları açan, sosyal ve kültürel hayatı etkileyen önemli toplumsal ve insancıl fonksiyonları başaran bir nitelik kazanmıştır. Bu nitelik dünyada turizme yönelik ulusal ilgiyi artırmış; turizmden beklentileri olan ülkeleri bu endüstrinin geliştirilmesine yöneltmiştir.

Dövizin turizm yoluyla elde edilmesine yönelik faaliyetler, bu sektörün milli ekonomide önem kazanması sonucunu doğurmuştur. Turizmin özellikle gelişmekte olan ülkelerin ödemeler dengesine yaptığı olumlu katkı, ekonomik yönden turizmin yararlarını en önemli göstergesi olmuştur.

Turist ise belirli bir gelire ve boş zamana sahip olan konaklama, yeme, içme ve seyahat gibi somut dinlenme, eğlenme, merak, kültür, eğitim, spor, dini gerekler vb. soyut amaçlarla sürekli yaşadığı, çalıştığı bölgeden başka bir bölgeye seyahat eden ve gittiği bölgede en az bir gece konaklayan ekonomik anlamda tüketici olan kişi ya da kişiler topluluğudur. Turizm hizmetleri iki ana başlık altında toplanmaktadır. Bunlar, seyahat ve konaklama hizmetleridir.


Turizm haftası ile ilgili güzel sözler:

- Turizm, bacasız fabrikadır. 
- Memnun ayrılan turist, daha çok turist demektir. 
- Turizmin anahtarı temizlik ve hoşgörüdür. 
- Turizm, kalkınmanın lokomotifidir. 
- Turizm hizmetle gelişir, sevgi ile büyür. 
- Yurdumuzdan hoşnut ayrılan her turist bizim yeni bir dostumuz­dur. 
- Turizm yolu, barış ve kalkınma yoludur. 
- Turiste saygı varsa, turizmde kaygı yoktur. 
- Bir memnun turist, bin turist yollar. 

- Hiç bir mavi Akdeniz'den güzel değildir.      

              10 NİSAN POLİS HAFTASI'NIN ÖNEMİ NEDİR?

 

Polis Haftası bu yıl da etkinlikler ve organizasyonlarla kutlanacak. Polis Haftası'na ilişkin etkinlikler yapılacak ve Türk Polis Teşkilatı ile emniyet mensuplarının önemi bir kere daha hatırlanacak.

Türk Polis Teşkilatı modern anlamda 10 Nisan 1845 tarihinde İstanbul'da kurulmuştur. Halen 1937 tarihli ve 3201 sayılı Emniyet Teşkilat Kanunu'na dayanarak örgütlenmiş ve 1934 tarihli 2559 sayılı Polis Vazife ve Sâlahiyet Kanunu ile yetkilendirilmiş bir teşkilattır. İçişleri Bakanlığı'na bağlı bir genel müdürlüktür. Merkezde Daire başkanlıkları, taşrada İl ve İlçe Emniyet Müdürlükleri olarak örgütlenmiştir.

 

Kurulduğu 10 Nisan 1845 tarihinden bugüne kadar ülkemizde huzur ve düzenin bozulmaması ve bizlerin güvenli bir şekilde yaşamını sürdürebilmesi için gece gündüz fedakârca görev yapan, Türk Polis Teşkilatı mensupları, Polis Teşkilatı 10 Nisan'da kurulduğu için 10 Nisan'ı her yıl Polis Günü olarak kutlar.

 

                     KÜTÜPHANELER HAFTASI ÖNEMİ 25-31 MART
 
 

               Kitabın yararlarının anlaşılması ve sayılarının çoğalması sonucu kitaplıklar oluştu. Kitaplıkların gelişmesi ile kütüphaneler meydana geldi. Herkesin yararlanması okuması, başvurması için kurulan, içinde kitaplar bulunan binaya kütüphane denir.

Millî Eğitim Bakanlığı, Mart ayının son pazartesi günü başlayan hafta­nın Kütüphane Haftası olarak değerlendirilmesini kararlaştırmıştır. Hafta süresince kütüphanenin önemi anlatılır. Kütüphaneciliğin sorunları kamu oyuna duyurulur. Halk, kütüphanelerin gelişmesi için bilinçlendirilir. Okullarımızda kütüphanenin yararlarından söz edilir. Kütüphanelerde uyulması gerekli kurallar öğretilir.

 Kütüphaneler eski çağlardan beri insanlığın hizmetindedir. Eldeki bilgilere göre ilk kütüphane, Asurlular zamanında kurulmuştur. Osmanlı imparatorluğu döneminde de kitaba ve kütüphaneye önem verilirdi. O dönemden zamanımıza kadar gelen büyük kütüphaneler vardır.

Yurdumuzun belli başlı büyük kütüphaneleri şunlardır : İstanbul’da Süleymaniye ve Beyazıt Devlet Kütüphaneleri. Ankara'da Millî Kütüphane, Millet Meclisi Kütüphanesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kütüphaneleridir.

Bunlardan Millî Kütüphane, 15 Nisan 1946 tarihinde kuruldu. Açılış tarihinde içinde iki kitap bulunan bu kütüphanemizde bugün 620 bin kitap vardır. Kütüphanelerimizdeki kitap sayısı yaklaşık 6 milyon kadardır.
 
Kütüphanelerde, kitapların korunması, kitapların sınıflandırılması ve okuyucuya kitap verilmesi için uzman memurlar bulunur. Bu memurlara kütüphaneci denir. Kütüphanecilik özel bir eğitimi ve öğretimi gerektiren bir meslektir. Bu amaçla üniversitelerimizde kütüphanecilik bölümleri açılmıştır. Bu bölümlerde öğrenimlerini tamamlayanlar kütüphanelerde görev yaparlar.

Yaşadığımız yüzyıl bilgi, ilerleme dönemidir. Kitaplar bilime giden yoldur. Çağımızın buluşlarını kitap, dergi gazete gibi yayın organlarından izleriz. Okuduğumuz kitaplar, dergiler, gazeteler bilgilerimizi artırır. Bizi dünyadaki gelişmelerden, değişmelerden haberdar eder. Kitaplar sevgili dostlarımızdır. Kitaplıklar, kütüphaneler kitapların bir arada bulunduğu yerlerdir.
 
Bulunduğumuz yerdeki kütüphanelerden yararlanalım. Kütüphanelerin zenginleşmesi için kitap armağan edelim. Kitapların korunduğu, yerleştirildiği kitaplığı, kütüphaneyi temiz tutalım. Okuma salonlarında kimseyi rahatsız etmeyelim.

 

 

 

                    18 MART ÇANAKKALE ZAFERİNİN TARİHTEKİ VE ULUSAL YAŞANTIMIZDAKİ YERİ

 

                 3 KASIM 1914 – 18 MART 1915 tarihleri arasında Çanakkale Boğazı’nda cereyan eden bir seri deniz savaşlarıyla GELİBOLU yarımadasında 25 NİSAN 1915-8/9 OCAK 1916 tarihleri arasında yapılan kara savaşları Türk tarihinin en şerefli sayfalarını dolduran birer zafer destanıdır.

ÇANAKKALE’nin deniz ve kara savaşları; Türk Ulusal tarihinin 1800’lü yıllarının hemen çoğunluğunda görülen yenilgilerden sonra askeri ve siyasal varlığını bir kez daha kanıtladığı savaşlardır.

Harp tarihine bakıldığında askeri zaferlerin daima taarruzi bir harekatın sonunda kazanıldığı görülür. Çanakkale savaşları ise savunan orduların taarruz edenleri yenilgiye uğratmış olduğu, hemen tek örnektir.

ÇANAKKALE SAVUNMASI : Öz yurdunu korumak için şahlanan yaralı bir ulusun, sayı ve maddi açılardan üstünlüğü tartışılmaz olan düşmanlarını yenerek, onları felce uğrattığı bir savaştır. Bu durumuyla dünya harp tarihlerine geçmiş ve Türk tarihine de altın harflerle yazılıp Türk’ün kahramanlık ve şeref abidesi olmuştur.

Bu zaferler, büyük Türk Ulusuna Atatürk gibi dahi bir lider hediye etmiştir. Mustafa Kemal’in Anafartalarda parlayan yıldızını 18 MART’ın şafağı aydınlatmış, bu zafer, Türk’e, öz benliğini ulusal kimliğini bulma yolunu göstermiş, Türk bağımsızlık savaşının temelleri ÇANAKKALE’nin sularında ve Conk Bayırı’nda atılmıştır.

18 MART Çanakkale Zaferi, Anafartalar yangınının bir kıvılcımıdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün tarihe geçen ilk kahramanlığı 18 MART’ın beşiğinde doğmuş; bu şahsiyet, Sakaryalarda şahlanmış, Dumlupınar’da Türk’ün kaderini değiştirmiş 9 EYLÜL 1922’de Ulusumuzu dünya uluslararasındaki şerefli mevkiye yükseltecek son zaferi kazanmıştır. Bu olayların moral dayanağım kuşkusuz ÇANAKKALE’ler oluşturmuştur.

Çanakkale savaşları ve kazanılan zaferler; Türk kurtuluş ve bağımsızlık savaşına maya çalmış; ulusal bilinci ve ulusal ruhu yeniden ateşlemiş ve Türklük, tarihteki şanlı ve seçkin yerini böylece almıştır. İstiklal Savaşımızın temelinde böylesine muhteşem zaferler bulunmasaydı, 19 MAYIS 1919’un ufkunda Mustafa Kemal Paşa belki gene doğabilirdi ama ulus; onu Anafartalar Kahramanı, İstanbul’a düşmanın girmesini önleyen komutan olarak ÇANAKKALE’den tanımasaydı acaba etrafında toplanıp kısa sürede kenetlenmesi o kadar kolay olabilir miydi.

Bu bakımdan ÇANAKKALE; Türk ulusal tarihinin akışı içinde çok önemli bir yere sahip olmakla beraber, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden biçimlenen Dünya ve bu dünyada ki siyasal rejim sistemlerinin yeniden şekillenmesi; siyasal sınırların yeniden çizilmesi ve dönemin üç büyük imparatorluğunun (Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Rus Çarlık İmparatorlukları) yıkılarak yeni yeni ulusal devletlerin tarih sahnesine çıkışı ile de bu zaferin yakın ilişkisi vardır. Şunu da belirtmeliyim ki, bu zaferler Rus Çarlığı’nın yıkılmasına neden olduğu için yukarıda sıraladığımız etkileri göstermiştir. Eğer Çanakkale’de kazanılan Zaferler, Birinci Dünya Savaşı’nın diğer cephelerinde de devam etse idi ve Almanya ile birlikte ya da sadece Osmanlı imparatorluğu olarak savaştan galip çıksaydık, Dünya’nın rengi, şekli ve siyasi sının, kuşkusuz daha başka olurdu.

Çanakkale Savaşları; Balkan Harbi’nin bütün Türk Ulusu’nun ruhunda ve benliğinde açtığı derin yaranın ve utanç duygusunun kesin şekilde tedavisini sağlamış, en önemlisi de yukarıda değindiğim gibi Atatürk’ün Türk Ulusu ile birlikte bütün bir.cihan tarafından tanınmasını sağlamıştır.

Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşımızdaki muzaffer kılıcının çeliğine su veren ÇANAKKALE Savaşları olmuştur. Şurası da bir gerçektir ki Çanakkale’de devam eden deniz ve Kara harekât ve savaşlarını birbirinden ayırarak incelemek doğru olamaz. Bu her iki savaş bir biriyle iç içedir ve biri diğerinin tamamlayıcısıdır. Bu husus gözden uzak tutulmamalıdır.

Rus Çarı II. Nikola’nın 1815 tarihinde “Hasta Adam” ismini taktığı Osmanlı İmparatorluğu’nun müzminleşen hastalığına daha 1906 yılında ilk isabetli tanıyı koyan Yzb. Mustafa Kemal, Ulusu’nun asıl cevherini; 1915’de Conk Bayırı’nın, Anafartalar’ın ve An Burnu’nun kan ve can pazarında çok yakından tanımak fırsatını bulmuştur. M. Kemal, Ulusuyla kan deryası içerisindeki ÇANAKKALE’de bu derece yakından tanışmamış olmasaydı Birinci Dünya Savaşı sonunda maddi ve moral gücünü hemen hemen tümden yitirmiş bir milletin başına geçip İstiklal Savaşımızı zaferle noktalayacağına acaba kesin inanç duyabilir miydi?

Bu nedenledir ki 18 MART’ı izleyen Çanakkale’deki kara savaşlarında kazandığı zaferiyle Türk Ulusu’nun 5000 yıllık tarih sahnesinden silinip gidemeyeceğini kendisi de şahsen idrak etmiş ve bunu bütün dünyaya İstiklal Savaşı’yla da kanıtlamıştır.

Daha sonra ki yıllarda inandığı ve güvendiği ulusunun baş komutanı olarak Türklüğün yaşam kudretini bir barış çelengi olarak kılıcının ucunda Ege’nin sularına bırakmaya muvaffak olmuştur.

Bu tarihi nedenlerle 18 MART’ı anlatırken:

– Tarih bilen Yb. Mustafa Kemal,

– Çarlığın yıkılışını hazırlayan Alb. Mustafa Kemal,

– Tarih yapan Mustafa Kemal,

– Tarih yazan Mareşal Mustafa Kemal,

– Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Atatürk’ten söz etmezsek, genel tarih içerisinde 18 MART ve Çanakkale Zaferlerinin; Bir ulusun, sadece kahramanlık hikayesinden öte hiç bir önemi kalmayacaktır.

18 MART Zaferi, düşman donanmalarının 1915 yılı başlarında İstanbul’a girmelerini ye İmparatorluğun daha o yıl içinde çökertilmesini önleyen çok büyük ve tarihi bir zaferin ilk raundu olmuştur.

ÇANAKKALE’nin kara savaşlarında kazanılan zafer ise Osmanlı İmparatorluğu’nun 30 EKİM 1918 MONDROS ateşkesine kadar ayakta kalmasını sağlayan ve Birinci Dünya Savaşı’nın en az iki yıl daha uzamasına neden olarak dünya tarihini etkileyen İkinci raundunu teşkil etmiştir.

Eğer ÇANAKKALE’deki zaferler kazanılmasaydı, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen birinci yılı sonunda İTİLAF Devletlerince işgal edilmiş, böylece Rus Çarlığı, müttefiklerinin yardımlarına en kısa yoldan kavuşmuş olacak ve Almanya’nın yenilgisi daha da çabuklaşarak Rusya’da 1917 BOLŞEVİK ihtilali muhtemelen gerçekleşmeyecekti.

18 MART’ın ve onu izleyen ÇANAKKALE kara savaşlarının zaferleri, ulusal tarihimizi ve dünya tarihini etkileyen önemi ve rolü bu noktalarda toplanmaktadır.

Bu savaşları yürüten bütün Türk Komutanları kahraman erleriyle omuz omuza çarpışırken, hiç kuşkusuz Murad-ı Hüdavendigârları, Hacı îl Beyleri, Lala Şahin ve Timurtaş Paşaları ve Evranos Beylerin ruhlarını kendi yanı başlarında duyarak savaşmışlardır.

Savaşırken tarihini düşünen, tarihini düşünürken savaşan Türk Ordusu ve onun seçkin komutanları; ÇANAKKALE Boğazı’nı kırık bir salla geçip Türk Sancağını ilk kez bu topraklara 1356 yılında diken Gazi Süleyman Paşa’nın ilk ayak bastığı NAMAZTEPE’den kendilerini seyrettiğini görür gibi duyarlardı.

Bir tek güne sığdırıldığı halde yüzyıllara hükmeden zaferlere ancak Türk Harp tarihlerinde rastlanabilir. İşte 18 MART Zaferi de yüzlerce yıldan beri Türk tarihinde gördüğümüz, MALAZGİRT, OTLUKBELİ, NİĞBOLU, MOHAÇ, KO-SOVA-RİDANİYE, ÇALDIRAN, PREVEZE ve nihayet DUMLUPINAR gibi meydan savaşlarında kazınılan Türk zaferlerinden birisidir ve bu zaferin kazanılması 20. Yüzyılın tüm siyasal olaylarına yön vermiştir.

18 MART ÖNCESİ DÜNYA OLAYLARI

1914 yılında SARAYBOSNA’da çakan bir kıvılcım, kısa sürede bütün dünyayı kan ve ateşe boğmuş, çıkarları ve yararlan birbirine zıt düşen Avrupa Devletleri iki bloka ayrılmış, bir yanda İNGİLTERE ve FRANSA ile ona katılanlara “İTİLAF DEVLETLERİ” denilmiş, diğer yanda bir araya gelen ALMANYA ve AVUSTURYA ve OSMANLI DEVLETLERİNDEN oluşan gruba da “İTTİFAK DEVLETLERİ” ismi verilmiş ve bu iki tarafa, savaşın gelişmesine paralel olarak daha bir çok devletler katılmak suretiyle başlayan savaş, dünyanın dört bucağına yayılmış, bu nedenle de savaşın ismine “Birinci Dünya Harbi” denilmiştir’.

Birbirlerinin gırtlağına sarılan bu iki tarafın bütün olarak ve yetenekleriyle giriştikleri çatışmalara din, dil, renk ve milliyetleri birbirine uymayan milyonlarca insan da katılmış ve bu iki büyük blokun başını çekenlerin çıkarları uğruna dört yıl süre ile kıyasıya çarpışmışlardır.

Bu büyük savaşta toplam 658 adet tümen savaş alanlarına sürülmüş, 65 Milyon kişi silah altına alınmıştır. Toplam zayiat yaklaşık 9-10 milyona varmış, milyonlarca halk göçebe durumuna düşürülmüştür.


Osmanlı Devleti’nin Durumu:

Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman Osmanlı Hükümeti ard ardına girdiği, her birinde zararla, toprak kaybı ve yenilgilerle çıktığı savaşların yorgunluğunu henüz gidermek ve ordusunu yeniden organize etmekle meşguldü. Bu iş için de Almanya’dan bir askeri yardım heyeti çağrılmış, Savaşa katılmak istemeyen Osmanlı Hükümeti tarafsız kalmaya karar vermişti. Ne var ki, İstanbul’daki Alman Sefareti ile Alman Askeri Misyonu, Türkleri kendi saflarında savaşa sokmak için var güçleriyle çalışıyorlardı.

İTİLAF Devletleri ise müttefikleri olan Ruslarla karşılıklı yardımlaşabilmek, ve Rusya’nın ihtiyaç duyduğu lojistik desteği onlara ulaştırabilmek için Türk Boğazlarına gereksinim duyuyorlardı. Bunun için de ÇANAKKALE ve İSTANBUL Boğazlarının kendi kontrollerinde bulunması gerekmekte idi.

Kuşkusuz bunun en uygun çözümü Osmanlıları kendi ittifaklarına almaktı. Ama daha önce Avrupa devletleri arasında yapılan çeşitli konferanslar ve kongrelerle İstanbul Boğazı’nın Rus Çarlığına bırakılması konusunda sözler verilmişti. Ayrıca Çar II. NİKOLA’nın isimlendirdiği “BOĞAZIN HASTA ADAMI” ölmek üzereydi ve Düveli Muazzama (Büyük Devletler) Osmanlı mirasını paylaşmaya kararlıydılar. Bunun için de daha 1815 Viyana Kongresinde “Şark Meselesi” ortaya atılmıştır. Bu mesele, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılarak Avrupa’dan, Balkanlar’dan atılıp Anadolu’ya tıkılması ve ilk fırsatta da buradan sürülüp atılmasını öngören politikanın kısa adı idi. Bu nedenle Şark Meselesi Osmanlı’yı kendi ittifaklarının dışında tutmalarını gerekli kılıyordu.

Osmanlı yöneticileri, Rus Çar’ı Deli Petro’nun 1725 yılındaki meşhur vasiyetnamesiyle ortaya koyduğu “Sıcak Denizlere İnme Siyasetini” yakından biliyorlardı. O dönemde Ruslar henüz Baltık Denizi’ne, Azak ve Karadeniz’e bile çok uzak iken ortaya attıkları bu siyaset sonrasında hızlanan Türk-Rus Savaşlarıyla uğradıkları zararları gözde tutan Osmanlılar, İTİLAF Devletlerinin ya da Rusların kendilerine saldırma ihtimalini oldukça yüksek görüyorlardı: Bu kuşkular ve bu nedenlerle Osmanlı Hükümeti, 2 AĞUSTOS 1914 günü silahlı tarafsızlık halinde bulunmak üzere SEFERBERLİK İLAN ETMİŞTİR. ALMANYA 5 AĞUSTOS günü savaşa katılmış bulunuyordu.

Dünyanın yoksul ülkeleri, Batı Avrupa Devletleri ile Rusya tarafından geçen yüzyılda sömürgeleştirilirken Almanya bu yağmadan pay alamamıştır. Bu nedenle 1900’lü yılların başından beri ALMANYA kıpırdanıp durmaktaydı. Bu kıpırdanış sırasında dirsekleri, bir yandan Rusya’ya diğer yandan da FRANSA ve İNGİLTERE’nin böğrüne batıyordu. Yeni hayat sahalarına kavuşması için bu devletlerle savaşmaktan başka çaresi yoktu o da öyle yaptı ve savaşın kızgın kazanının altına benzin dökerek içine atladı.

Bu sırada Osmanlılar tarafında bazı olaylar cereyan etmeye başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Osmanlı Hükümeti’nin İngiltere’ye sipariş ettiği ve yapımları bitmek üzere olan iki savaş gemisine “REŞADİYE ve SULTAN OSMAN” İNGİLTERE kendi yasaları uyarınca el koymuş gemileri veya paralarını savaş sonrasında verebileceğini Osmanlılara bildirmişti.

Bu sırada 10 Ağustos 1914 günü sabahının saat 07.00’de her halleri ile helecanlı ve telaşlı oldukları gözlenen iki Alman Kruvazörü (GOBEN ve BRES-LAU) Akdeniz’de rastladıkları düşman donanmasının takibinden kaçarak gözleri arkada olduğu halde tam yolla kara sularımıza girmiş, ÇANAKKALE Boğazı’nın Ege’ye açılan kapısını sabırsızlıkla çalmaya başlamışlardır. Sığınma talep ediyorlardı. Bu iki geminin ÇANAKKALE Boğazı’nda beklemekte olduklarını İstanbul’daki bir Alman subayından öğrenen ve o zamanın tam bir diktatörü sayılan Enver Paşa kabine arkadaşlarına bile danışmaya gerek görmeden kısaca “BIRAKIN GİRSİNLER” demiş. Türk’ün civanmertliğine sığınan bu iki Tanrı misafiri mülteciye bu şekilde müsaade edilmiş ve içeriye alınmışlardır.

Bu iki gemi; hem itilâf devletlerinden gelecek tepkiyi durdurmak, hem de REŞADİYE ve SULTAN OSMAN zırhlılarının yerine konulmak üzere hemen ALMANYA’dan satın alınıp, gönderlerine Türk Bayrağı çekilmiş ve bordalarına da Yavuz ve Midilli isimleri yazılarak Türk Donanması’na katılmıştı. Ancak bu iki geminin boğazdan içeri girişlerinden hemen dört saat sonra Çanakkale Boğazı’nın ağzına yanaşan İngiliz zırhlıları, Alman kruvazörlerinin içeri alınıp alınmadıklarını sormaya başlamışlardır. Ne var ki, kendisine sığınanı kendinden bir parçaymış gibi kabullenen Türk’ün onlara memnun olacakları bir cevap vermesi olanaksızdı.

İngilizler çaresiz BOZCAADA açıklarına çekilerek Boğaz’ı gözetlemeye koyulmuşlardır. İngiltere’nin gasp ettiği iki zırhlımıza karşılık Tanrı misafiri iki Alman kruvazörünün gelişi Türk Halkı tarafından sevinçle karşılanmıştır. Yalnız, Hükümet bir hata yapmış bunların ismini değiştirmekle beraber, personelini olduğu gibi yerlerinde bırakmış, sadece kıyafetleri değiştirilip mürettebatın başına fes giydirmekle de yetinilmeyerek Filonun Komutanı Amiral ŞOSON bütün Türk Donanması’nın da başına getirilmiştir.

İNGİLTERE, kılıfına uydurulan bu satın alma işlemlerini tanımadığını bildirerek, ÇANAKKALE Boğazı’nı abluka altına almıştır. Buna karşılık Osmanlı Hükümeti de İtilaf Devletlerinin bütün savaş ve ticaret gemilerine Boğazlan kapatmıştır. Böylece savaşın kanlı eli Osmanlı İmparatorluğu’nun kapısındaki tokmağa yapışmış ve ağır ağır çalmaya başlamıştı.

ALMAN Amirali SASON, hükümeti zorluyor. Karadeniz’e çıkıp donanmaya tatbikat yaptırmak için ısrarla izin istiyordu. Bunda haksız da sayılmazdı. Çünkü Alman askeri heyeti Osmanlı Ordusu’nun teşkilatlanmasına ve eğitilmesine resmen memur edilmişti. Diğer yandan da AĞUSTOS içinde Almanlar Osmanlı Hükümeti ile gizli bir ittifak anlaşması yapmış olmasına rağmen Osmanlı Hükümeti yine de savaşa fiilen girmeye hiç de niyetli değildi.

Almanya, iki cephede vuruşmaya mecbur olduğu bu savaşta İNGİLİZ, FRANSIZ ve RUS cephelerindeki kuvvetlerine düşman baskısını azaltmak amacıyla bunları Osmanlı cephelerine nasıl kaydırabileceğinin hesaplarını yapmaktaydı. Osmanlılara Kafkaslar’da, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da yeni yeni cepheler açtırabilirse, Almanya, düşmanlarım Türklerin üstüne saldırtarak onların baskılarını hafifletebilirdi. Alman Sefareti ile Türk Ordusundaki bütün Alman komutanlarının da çabalan bu idi..

Amiral SASON 27 Ekim 1914 günü sadece Enver Paşa’nın bilgisi içinde, hükümetin izni dışında donanmayı Karadeniz’e çıkardı. Başta Odesa olmak üzere bir kısım Rus limanlarını bombardıman edip birkaç Rus gemisini de batırdı.

Bu olay üzerine zaten bahane bekleyen Ruslar hiçbir görüşmeye yanaşmaksızın 1 KASIM 1914 günü Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ederek orduları ile Doğu Anadolu’da Türk sınırlarını aştılar.


Savaştığımız Cepheler:

Birinci Dünya Savaşı’na bu şekilde katılan Osmanlı Devleti, kendi ülkesinin 6 ayrı cephesinde (KAFKAS, IRAK, SURİYE, MISIR, HİCAZ, ÇANAKKALE cephelerinde) hemen hemen aynı zamanda çarpışmış, ayrıca sınırları dışında da Avusturya’nın GALİÇYA’sında ve Balkanların MAKEDONYA cephesinde olmak üzere iki ayrı cephede üç Türk kolordusu ile devletimize hiç bir yararı olmayan ancak Almanların yararına olan savaşlar yaptık. Osmanlı Devleti, Türk Ulusu’nun ve onun kahraman askerinin kanını, devletine hiç bir yarar sağlamayan bu sekiz cephede sular gibi akıtmıştır.

Bu ümitsiz savaşın nasıl bir sonuca varacağını Osmanlı Ordusunda ilk gören kişi Mustafa Kemal olmuştur. Görüşlerini Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya çeşitli kez sözlü ve yazılı raporlarıyla bildirmiş olmasına rağmen; Hırsı, aklına hakim olan Enver Paşa doğruları kavrayamamış ve kendisine önerilen düşüncelere itibar göstermeyerek sonuçta İmparatorluğun batmasına sebep olmuştur. Belki de sırf bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşuna imkan yarattığı için Enver Paşa’yı hayırla yad etmek gerekir.

1912’de Balkanlar’daki eyaletlerimizin çapulcu komitacıları karşısında becerisizlik şaheserleri yaratarak, ağır yenilgiye uğrayan Osmanlı Ordusu, Birinci Dünya Savaşı’nda dostunu, düşmanını şaşkınlığa uğratacak derecede kahramanca başarılı savaşlar vermiş, ve orduları hemen hiçbir cephede kesin yenilgiye uğramadıkları halde müttefiklerimizin yenilmesiyle birlikte MONDROS Ateşkesi’ni kabule mecbur kalınmıştır.

Doğuda Rus taarruzunun başlamasıyla savaşa giren Osmanlı Padişahı 16 KASIM 1914 günü “Cihad-ı mukaddes” ilan etmiş ise de Osmanlı’nın siyasi sınırları içerisinde ve dışarısındaki Müslüman ülke ve halklarından destek görülemediği gibi savaşın daha ileri aşamalarında da düşmanlarımızın saflarında yer alarak; başında İslam’ın halifesi olan (Halife-i Rey-u Zemin ve Zillullah-ı Fil âlem) yani yeryüzünde Peygamberin halifesi ve Allah’ın gölgesi denilen Osmanlı Devleti’ne karşı isyan edip savaşmışlardır.

Asıl konumuz olan 18 Mart ÇANAKKALE Savaşı’ndan önceki olayların çok kısa bir özetini böylece yaptıktan sonra BOZCAADA açıklarında beklemekte olan İngiliz ve daha sonra onlara katılan Fransız gemilerinin girişeceği Boğaz Savaşı’na geçebiliriz.


18 MART ÇANAKKALE SAVAŞINI’NAÇILIŞ NEDENLERİ:

Birinci Dünya Savaşı başladığında ALMANYA, Orta Avrupa’daki pozisyonuyla İtilaf Devletlerine dahil olan Rusya ile İngiltere ve Fransa’nın direkt irtibatını kesmiş bulunuyordu. Savaşın başarısı, İtilaf cephelerinin birbirleriyle etkin bir şekilde yardımlaşmasına bağlı idi.

İtilaf devletlerinin savaşı kısa sürede bitirebilmesi, Rusya’nın da güçlü bir şekilde Doğu Avrupa Cephesi’nde Almanlara karşı savaşmasıyla mümkündür. Ancak batının yardımı olmaksızın Rusya bu gücü gösterememekte idi. Bu durumda Rusya’daki ham maddelerin batıya ve batının mamul maddelerinin Rusya’ya ulaştırması için çareler aranmalıydı.

Bunun için dört yol vardı.

1 – Baltık Denizi Yolu, Almanların kontrolü altındadır.

2 – Avrupa üzerinden Rusya’ya ulaşmak. Almanlar bu cepheyi tamamen kapatmaktaydı.

3 – Kuzey Kutup deniz yolu. Kuzey denizi yılın 9-10 ayında buzlarla kaplıdır. Geçit vermez.

4 – Londra’yı, Odesa’ya bağlayan en yumuşak yol, ÇANAKKALE ve İSTANBUL Boğazlan yolu görünmekteydi. O halde boğazları zorlayarak açmak, RUSYA’ya yardımları ulaştırmak için tercih edilmeliydi.

Bu cephenin açılmasına neden olan diğer hususları şöylece sıralamak mümkündür.

– Türkiye’nin SÜVEYŞ Kanalı ve dolayısla Hint Denizi yolu üzerindeki baskılarına son vermek.

– Savaşa katılmakta tereddüt gösteren BULGARİSTAN’I, ALMANYA’ya kaptırmadan İtilaf Devletlerinin yanında savaşa sokmak.

– İSTANBUL’U zapt ederek Müslüman dünyasını etki altına almak ve Halife’nin ilan ettiği Cihad-ı Mukaddes’i tesirsiz kılarak İslam dayanışmasını çökertmek.

– Almanların 1915 baharında yapacağını hesapladıkları Büyük Taarruz için, bu devletin dikkatini ÇANAKKALE’ye çekerek Avrupa cephesinden buraya kuvvet kaydırmalarını sağlamak.

– Aralık-1914’te Türk Ordularının giriştiği Sarıkamış harekatından, telaşa kapılan Rus Çan Grandük NİKOLA,. İngiltere’ye başvurarak İtilaf Devletlerinin hemen Türkiye’ye karşı karadan veya denizden bir cephe açmalarını istemiştir.

İşte bu gibi düşünceler çerçevesinde İngiliz Harp Kabinesi, CHURCHİL’in baskısıyla Çanakkale Cephesi’nin açılmasına karar verdi.

Bu karar üzerine MONDROS’ta bulunan İngiltere’nin Akdeniz donanmasının Baş Komutanı Amiral CARDEN’in düşünceleri soruldu. CARDEN : “Bir ay içerisinde Marmara Denizi’ne çıkılabileceğini belirterek bu maksatla hazırladığı dört aşamalı plânını 15 OCAK 1915’te LONDRA’ya gönderdi. “Harp Kabinesi, Şubat’ta ÇANAKKALE Boğazı’nın denizden zorlanarak geçilmesine karar verdi ve bu husus Amiral CARDEN’e bildirildi.

Bu karardan Fransızlar da memnun kalmışlardı. İSTANBUL’U tek başına İngilizlerin ele geçirmesini istemiyorlardı. Bu nedenle kendilerinin de bir filo ile bu harekata katılacaklarını bildirdiler.

Ruslar ise bu yeni cephenin Çanakkale Boğazı’ndan açılmasına hiç memnun olmadılar. Çünkü İngiliz ve Fransızların Rusya’dan önce İstanbul’a girmeleri, Çarlığın bütün Ortadoğu politikalarına ve sıcak denizlere inme siyasetlerine ters düşmekteydi. Ruslar bu maksatla Karadeniz kıyılarında hemen bir kuvvet teşkil ederek İstanbul Boğazı’na çıkma hazırlığına girmişlerdir.

Sonuç olarak Almanların teşvikleriyle Osmanlı Orduları 2 Şubat 1915 tarihinde Sina’yı geçerek Süveyş Kanalı’na taarruza geçti.

Almanların amacı İngiliz kuvvetlerinin Mısır cephesine bağlı kalarak Avrupa’ya nakledilmesini önlemekti. Yapılan bu Kanal Seferi Osmanlılar için hezimetle sonuçlanmıştır. İngilizler, bu cephede ferahlayınca Çanakkale’de kullanılmak üzere buradan bir Kolordu kuvvetlerini tasarruf edebilme imkanına kavuşmuşlardır.

Görülüyor ki Almanların telkiniyle Rusları KAFKASYA’da, İngilizleri MISIR’da tutmak maksadını güden, SARIKAMIŞ ve KANAL harekâtı başarısızlığa uğradığı için düşmanlarımız hem Almanya Cephesi’ne ve hem de Türkiye’nin can evine yönelen (Çanakkale Boğazı’na) yeni yeni kuvvetler sevk etmeye imkân bulmuştur.

Bu olayların ardından ÇANAKKALE Savaşlarının İtilaf Devletlerince kaybedilmesi sonucunda Rusya’ya yardım yolunun açılamaması, İtilaf Devletlerinin Rusya’ya yardımlarını ve takviyelerini mümkün kılmamış ve yokluk içinde kalan Rusya’da Bolşevik İhtilali çıkmış, Dünya’nın ilk kez Komünist Rejimiyle tanışmasına sebep olunmuştur. (1917 senesinde Rus İhtilali sonunda Çarlık; Brest-litovks Andlaşmasıyla EKİM ayında savaştan çekilmiştir.)

Çanakkale Boğazı’ndaki deniz harekâtını başarıya ulaştıramayan İngiltere ve Fransa, Mısır’da oluşturmaya başladıkları Anzak (Avusturalya-Yeni Zelanda) kolordusunu takviye ederek (Birer İngiliz ve Fransız Tümeni ile) 64 bin kişilik bir kuvvet meydana getirdiler. Kararlan; Deniz kuvvetlerinin desteğinde karadan taarruzla Gelibolu üzerinden İstanbul’a ulaşmaktı.


ÇANAKKALE BOĞAZI’NIN COĞRAFİK MEVKÜ: (KROKİ-1’e bak)

Çanakkale Boğazı; KARADENİZ’İ, İSTANBUL BOĞAZI ile MARMARA üzerinden EGE’ye ve oradan da açık denizlere bağlayan Türk boğazlarından biri olup Lapseki-Kumkale arasındaki uzunluğu 52 km. dir. En geniş yeri Erenköy Körfezi’nde 7.5 km. ve en dar yeri ÇANAKKALE-KİLİTBAHİR arasında 1200 mt.dir.

Çanakkale Boğazı, tarih boyunca Venedikliler, İranlılar, Romalılar, Bizanslılar, Selçukluların işgallerinde kalmış ve nihayet 1356’da Osmanlılar, Gazi Süleyman Paşa Komutasındaki “İlk Osmanlı akıncı müfrezesiyle” Gelibolu’nun kuzeyindeki NAMAZGAH tepeye baskın tarzında çıkarak Türk Sancağı’nı Avrupa kıtasının bu kenarına dikmişler ve bu tarihten sonra Osmanlıların Balkan fütuhatları başlamış ve Boğaz günümüze kadar kesintisiz olarak Türk egemenliğinde kalmıştır.


ÇANAKKALE BOĞAZI’NIN STRATEJİK VE JEOPOLİTİK ÖNEMİ:

ÇANAKKALE ve İSTANBUL BOĞAZLARI kuşkusuz tek başlarına büe büyük birer Jeopolitik ve Stratejik önem taşırlar. Ama her iki boğazın tek bir devletin egemenliğinde bulunmasıyla bu önemleri katbekat artarak olağan üstü bir durum kazanır.

Bu değerleri ve önemi özetlemek mümkündür.

1 – Karadeniz’e kıyısı olan devletler ile Akdeniz’in kıyı devletleri arasındaki her türlü ilişkiler (ticari, siyasi, ulaşım, vb.) konularla ilgili faaliyetler için bu her iki boğaz, hayati önem taşımaktadır. Özellikle bir savaş halinde bu boğazları elinde bulunduran Türkiye, bu her iki denizin kıyısında yaşayan devletlerin yukarıda sıraladığımız karşılıklı münasebetlerinde kesinlikle söz sahibi durumundadır.

2 – Türk Boğazları, Karadeniz’i Akdeniz’e ve dolayısıyla Atlantik Okyanusu’na bağlayan deniz ulaşımının en önemli iki kilidini oluşturur.

3 – Bu Boğazları elinde bulunduran devlet, Karadeniz kıyı devletlerinden Rusya’nın, Ukrayna’nın Bulgaristan’ın, Romanya’nın, Gürcistan’ın Karadeniz’de bulunan donanmalarını Dünya denizlerinden tecrit eder ve bu ülkelerin Akdeniz’de gösterecekleri bütün etkileri ve faaliyetleri engeller.

4 – Türk Boğazlarının günümüzde Batı Bloku (NATO) savunma manzumesi içinde kalması Kafkaslar ve Balkan Devletleri ile Rusya ve Ukrayna’nın sıcak denizlerle irtibatını keser böylece Baü Bloku Devletlerinin Akdeniz Harekât alanına ayıracakları deniz kuvvetlerinde tasarruflar sağlar.

5 – Boğazlara egemen olan devlet Ortadoğu petrol alanlarını ve Hint Okyanusunu Süveyş yoluyla Akdeniz’e ve Avrupa’ya bağlayan en ekonomik deniz yolunu kuzeyden (Karadeniz Devletlerinden) gelecek deniz tehditlerine karşı korur.

6- Balkanlardan, Anadolu’ya yönelecek askeri bir harekatta Trakya’yla Anadolu arasında etkin bir savunma hattı oluşturur.

7 – Boğazlardan her hangi birini kaybeden Türkiye’nin genel savunma gücü sarsıntıya uğrar. İstanbul gibi her yönden çok önemli ve değerli bir şehir ile birlikte Kocaeli ve Gelibolu Yarımadaları tehlikeye düşer.

8 – Türkiye’nin savunmasıyla Batı Bloku’nun savunması, stratejik anlamda ve alanda bir bakıma Boğazlardan geçen deniz yolunun kontrolü ile mümkündür. Türkiye ve Batı (NATO) Bloku, Boğazları savunamadığı takdirde hasım devletlerin Karadeniz Donanması, Akdeniz’e inerek bu denize kıyısı olan bütün devletlerin, Ortadoğu ülkeleri ile Kuzey Afrika devletlerini etkisi altına alabilir. Aksi durumda da hasım Karadeniz devletleri bu imkandan yoksun kalır.

18 MARTTAN ÖNCE ÇANAKKALE BOĞAZI’NDA TÜRK SAVUNMA DÜZENİ:

Birinci Dünya Savaşı daha başlamadan önce HAZİRAN-1914’de bir Alman tahkim heyeti tarafından boğazdaki topçu bataryaları ve tabyalar incelenmiş ve mevcut 32 batarya 22’ye indirilmiş, ayrıca topların çaplarına ve menzillerine göre dağılımı ve mevzilendirilmeleri yeniden düzenlenmiş, savunmanın kuvvet çoğunluğu Boğaz’ın içine ve orta bölgelerine alınmıştır.

Bu sırada Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Alb. Cevat Bey ve Kurmay Başkanı’da K. Yrb. Selahattin ADİL Bey’dir. Boğazlar Komutanlığına da Alman Amirali UZEDUM atanmıştır.

Bölgede Almanların 26 Subayı ile 432 Eratı vardır. Bunlardan bir kısmı Çanakkale’ye gelmiş ve Hamidiye Tabyası’nda görevlendirilmiştir. Alman Korvet Kaptanı VOSÎTO komutasında bir kara topçuluk kursu açılmış, eksiklikler tamamlanmış, Alman torpido kaptanının idaresindeki Alman mayın ekibi de Türk mayıncılarına yardımcı olmuşlardır.

Eğer bu boğaz seri ateşli ve uzun menzilli ağır topçu ve bol mayın ve deniz altı ağlarıyla daha da pekiştirilebilseydi bu savunma gücü kuşkusuz çok daha artırılabilecekti. Ancak elde mevcut olanlarla yetinilmek zorunda kalınmıştır.

Boğaz savunmasını güçlendirmek amacıyla, Mesudiye Zırhlısı’ndan sökülen ağır toplar, Anadolu kıyısında ki “Mesudiye Tabyası’na” konulmuştur. Zırhlı ise KEPEZ ile ÇANAKKALE arasında ki SARISIĞLI mevkiine demirletilmiş ve mayın tarlaları ile belirli bir bölgeyi koruyacak şekilde “Set Bataryası” olarak kullanılmak üzere KEPEZ ile Dardanos Bataryalarına yardımla görevlendirilmiştir. Ancak bu zırhlı, savaşın ilk anlarında torpillenmiş, su bölmeleri de olmadığından yana yatarak batmıştır. Boğaz’da yerleştirilen topların bir kısmı da Edirne Müstahkem Mevkii’nden getirilmiştir.

Mayınlama için, Trabzon kıyısındaki Ruslardan kalma mayınlar ve İzmir sularındaki Fransız ve Balkan Savaşı’ndan kalma Türk mayınlarından yararlanılmıştır.

Tabyalar, çevreleri taş ve topraktan yapılmış, cephanelikler ve erat sığınaklarının bir kısmı toprak altına alınmıştır.

Bölgedeki bütün toplar çoğunlukla kısa menzilli ve ağır ateşli toplar idi.

Çanakkale Savaşı’nın savunma tertibatı, Boğaz’ın savunması, 3 bölüm halinde derinliğe doğru şu şekilde düzenlenmiş idi. (Kroki-2’ye bak)


1 – Dış Savunma Bölgesi:
 Boğaz’ın Ege tarafındaki giriş yerinde 4 tabyadan oluşmaktaydı. Bunlar: ORHANİYE-KUMKALE-SETTÜLBAHİR ve ERTUĞRUL tabyalarından ibaret idi. Buradaki topların sadece 4 adedi büyük gemilere ateş edecek çap ve menzile sahip olup, seri ateşli idiler. Bu tabyaların görevi düşman donanmasını Boğaz’a girmeden önce zayiata uğratmak ve derinlikteki tabyaları ileriden korumaktı.


2 – Orta Savunma Bölgesi: 
Boğaz’ın içinde KARANLIK LİMAN’dan (Erenköy önlerinden) Kepez’e kadar olan kısımda önceleri Kepez ve Dardanos’tan başka tabya yok iken, daha sonra 7 tabya ile takviye edildi. Bunlar:

– Anadolu kıyısında : KEPEZ, DARDANOS, MESUDİYE ve CEVAT PAŞA tabyaları.

– Rumeli kıyısında: TANKER, BAYKUŞ, KUMBURNU tabyaları. Bu her iki kıyı tabyalarında ağır toplar mevzilendirilmişti.


3 – İç Savunma Bölgesi:
 Bu bölgede 9 tabya vardı.

– Anadolu kıyısında : NARA, MECİDİYE, ÇİMENLİK, ANADOLU HAMİDEYESÎ-tabyaları.

– Rumeli kıyısında: YILDIZ, DEĞERMENDERE, NAMAZGAH, RUMELİ HAMÎDÎYESÎ ve MECİDİYE tabyaları.

Bu tabyalarda toplam 59 ağır top vardı. Bunların ancak 8’i büyük çapta ve seri ateşliydi. Boğaz’ın en çok tahkim edilen ve mayınlarla pekiştirilen bölgesi burasıdır. Çünkü burası aynı zamanda boğazın daralar yöresidir. Bu bölgede savunma çökertilirse İstanbul yolu tamamen açılmış olacaktır.

Yukarıda sıraladığımız her üç savunma bölgesinde Oniki’si seri ateşli, toplam 109 adet orta ve ağır top vardı. Ayrıca 48 adet hafif ve orta top daha vardı ki bu toplardan 63 adedi savaşa girişimizden sonra Almanya’dan getirilmişti. Diğerleri boğaz tahkimatında mevcut idi.

Boğaz’daki topların tüm mevcudu 170 adedi bulunuyordu. Bunların ancak 8 tanesinin menzili 15 km. ye ulaşmaktaydı. Diğerlerinin menzilleri 7-10 km. arasında değişmekteydi. Savunma hazırlıkları sırasında mayın hatları takviye edilmiş toplam 407 mayın kullanılmış, bunlarla 10 mayın kuşağı yapılabilmişti. 8 adet ışıldak bu mayın kuşaklarının aydınlatılmasına görevlendirilmişti.

7.5’luk bir kısım ALMAN Krup topu uçaksavar olarak hava taarruzlarına karşı mevzilendirilmişti.

Alman topçu uzmanları topların çoğunu Boğaz girişinde mevzilendirmeyi düşünüyorlardı. Oysa ki, düşman donanması uzun menzilli toplarıyla kıyıdaki bu toplarımızın menzili dışında kalarak mevzilerimizi rahat rahat dövebilecekti. Nitekim öyle de oldu. Türk komutanları topçularımızın çoğunu orta ve iç savunma bölgelerine yerleştirerek, Boğaz’ın daha etkili ..olarak savunulmasını sağlamışlardır.

Harekât başladıktan sonra gelişmelere paralel olarak 48 hafif toptan çoğu, orta savunma bölgesinde set bataryaları olarak görevlendirilmişti.

18 MARTTAN ÖNCE BOĞAZ’A YAPILAN DENİZ TAARRUZLARI:

İlk Deniz Savaşı : (Boğaz’a karşı icra edilen keşif taarruzu şeklinde yapılmıştır.) 3 KASIM 1914 günü 3 İngiliz Zırhlısı ve 2 Kruvazörü Rumeli kıyısına karşı ve 2 Fransız Zırhlısı da Anadolu kıyısındaki Boğaz’ın giriş tabyalarını 20 dk. süre ile ateş tufanına boğmuştur. Bu bombardımanda dış tabyalarımız büyük bir yıkıntıya uğramış ancak daha sonra kısa bir sürede Mehmetçiklerimiz tarafından onarılmıştır. Bu kısa savaş, açık denizlere bakarı dış tabyalara fazla bel bağlamanın doğru olmadığı düşüncesini kanıtlamıştır.

İtilaf Taarruz Planı: itilaf Devletleri Akdeniz Başkomutanı Amiral CARDEN’in, 15 Ocak 1915 tarihinde yaptığı 4 aşamalı taarruz planına göre boğaz bir ay içinde geçilmiş olacaktı. Buna göre birinci aşamada dış savunma tabyaları imha edilerek ortadan kaldırılacak; ikinci aşamada orta savunma tabyaları ve üçüncü aşamada iç savunma tabyaları yok edilecek; 4’ncü ve son aşmada ise boğazda arta kalan mayınlar, temizlenecek, boğaz emniyet altına alınarak Marmara Denizi’ne çıkılacak ve İstanbul’a girilecekti. Boğazın kara bölgesinde güvenliğini sağlamak üzere MİDİLLİ’de yeterince kara kuvveti toplanacaktı. Bu plân kağıt üzerinde çok güzel ve uygulanabilir görülüyordu. Hatta bazı aceleci İtilaf komutanları, Boğaz’ın geçişi için öngörülen bir aylık süreyi çok uzun bulmaktaydı. Ne var ki Mehmetçiğin inanç, inat ve cesaretle kenetlenmiş savaş azmi ve Türk komutanlarının kararlılıklarını kağıt üzerine çizmek mümkün olmamıştır. Boğaza yapılan bu ilk saldın Türk savunmasını bir yoklama, bir deneme ve keşif niteliğinde yapılmıştır. O gün geriye çekilen zırhlılar daha bir çok deneme yapmak üzere saldırılarına devam edeceklerdir.

1915 ŞUBAT AYINDAKİ DENİZ TAARUZLARI:


19 – 25 ŞUBAT SAVAŞLARI:

Yukarıda açıklanan plânın birinci aşamasının uygulanmasına 19 ŞUBAT günü güzel bir havada başlandı. Bu kez saldırıya tam 9 zırhlı ve kruvazör katılıyordu. Bunlardan 6’sı İngiliz 3’ü Fransızlara ait idi. itilaf donanması süzüle süzüle Boğaz’a yaklaşmaya başlamış ve saat tam 09.36’da Boğaz girişindeki tabyalarımızın üzerine ateş kusmaya başlamıştır. Bu harekât sırasında hava bozmuş, deniz kabarmış ve-sertleşmiş ve bu nedenle düşman donanması umduğu derecede büyük tahribat yapamamıştı.

Saldırı için hazırlanan bütün düşman gemilerindeki top sayısı (hepside en son sistem olmak üzere) 247’yi buluyordu. Bunlar, Boğaz girişindeki tabyalarımızdaki 19 adet topumuzun menzili dışında durarak ağır mermileriyle mevzilerimizi dövüyordu. Bu durum bir boksörün, kollan bağlı bulunan hasmıyla dövüşmesine benzemekteydi. Menzilleri yeterli olmadığı için gereken cevabı veremeyen Türk tabyalarının bu suskunluğundan cesaretlenerek ileri atılan düşman zırhlılarından bazıları Mehmetçiğin kol mesafesine girince hak ettiği darbeleri aldı. Hasara uğratılan 3 düşman zırhlısı çareyi kaçmakta buldu. Ama bunlar bir vuruşta öldürülecek cinsten değildi. Donanma, geri çekilme karan aldı ve kıyılarımızdan açılarak açık denizlerin güvenliğine sığınarak havanın yatışmasını beklemeye başladı.

Bu saldırılarla giriş tabyalarımızdan 4’ü (ERTUĞRUL, SETTÜLBAHIR, KUMKALE ve ORHANÎYE) tahribata uğratılmış, ama toplarımızın tamamı sus-durulmadığı için 20 ve 25 ŞUBAT 1915 günleri güzel havayı kaçırmak istemeyen bu deniz ejderlerinin sayısı artırılarak saldırılarını tekrarlamış ve bu arada KUMKALE ile SETTÜLBAHIR kıyılarına yoğun ateş desteği altında çıkanları küçük tahrip timleri bu tabyalarımızı işe yaramaz hale getirmişlerdir.

Düşman saldırı plânının birinci aşaması bu savaştan sonra tamamlanmıştır. Üç düşman zırhlısının hasara uğratılmasına karşı 19 topumuzu kaybetmişti.

Bu harekâtı Amiral CARDEN’in yardımcısı De ROBECK yönetmekte idi. Boğaz girişindeki tabyalarımızın artık ateş edemeyecek bir durumda olduğunu gören De ROBECK mayın tarama gemilerini boğazdan içeriye 5 mil kadar sokmuş ve yaptırdığı keşif sonunda herhangi bir mayına rastlanmadığı hususunda rapor almıştı. Bu haber Başkomutan Amiral CARDEN’e hemen ulaştırıldı. Amiral o günkü kazancını başarının bir ölçeği olarak kabul edip harita üzerinde pergelini açarak İstanbul’a kadar olan mesafeyi ölçtükten sonra oturduğu koltukta arkasına yaslanarak derin bir nefes almış, LONDRA’daki Amirallik Dairesi’ne şu mesajı çekmiştir: “Yaklaşık 14 gün içinde İstanbul’a varmış olacağımızı tahmin etmekteyim.” Bu rapor güzeldi hoştu ama kıyılan bekleyen Mehmetlerin azim ve cesaretleri gene hesaba katılmadan yazılmıştı.

18 ŞUBAT taarruzlarında Boğaz girişindeki savunma hattımızı oluşturan tabyalarımızın düşmesi bazı önemli siyasal sonuçlarda doğurmuştur. Şöyle ki:

Hâlâ tarafsızlığını sürdüren İTALYA, İtilaf Devletlerine daha sıcak bakmaya başlamış, BULGARİSTAN’ın yüzü, ALMANYA’ya dönük iken bu durum üzerine çekingen bir hal almıştır.

Rusya, Karadeniz Boğazı’na 40 Bin kişilik bir kuvvetle çıkmayı önermiştir. Çünkü daha önce LONDRA’daki patronların hakemliğinde yapılan “Osmanlının bölüşülme plânında” İSTANBUL ve yöresi Ruslara bağışlanmıştır. Gerçi o zaman öyle gerekiyordu ama şimdi durum daha başkaydı. İstanbul ve Çanakkale Boğazlan Hindistan yolunun güvenliği için İngiltere’nin kontrolünde bulunmalıdır. Diğer yandan da Rusya, şimdi kendi canının derdine düştüğünden ses çıkaracak hali de kalmamıştır. Ayrıca İstanbul ve Boğazların Ruslara hediye edilmesi, Fransa’nın Ortadoğu hegemonyasına ters düşmekteydi. Şu sırada ortaya güzel bir fırsat çıkmıştır. Voleleri iyi kullanmakta usta olan İngiliz Politikacıları bunu değerlendirmeliydi. Zaten Avrupa cephesinde Alman baskısına dayanamayan Rusya’nın imdat diye bağırmaktan sesi kısılmak üzereydi. Bir taşla iki, hatta üç kuşun vurulacağı çok iyi bir fırsat çıkmıştır. Bu kaçırılmamalıydı.

Boğazlar aşılmalı, İstanbul’a girilmeli, ve Osmanlı İmparatorluğu’na böylece diz çöktürüldükten sonra Rusya’nın istediği yardım malzemelerini bu yoldan göndererek bir yandan dostluk görevi yerine getirilirken diğer yandan da Alman cephelerinin doğusundan ve batısından taarruza geçilerek onun da işi bitirilmeliydi.


26 ŞUBAT 1915 SAVAŞI:

Boğaz girişindeki tabyalarımızın susturuluşundan sonra Amiral CARDEN’in yaptığı plânın ikinci aşamasının uygulanılmasına sıra gelmiştir. Bu maksatla 26 Şubat sabahı İtilaf donanması, bu kez biraz daha güçlendirilerek Boğaz’ın “Orta Savunma Bölgesine karşı kesintisiz olarak 8 saat sürdürdüğü bir ateşle saldırıya geçmiştir.

Orta savunma bölgesinin her iki kıyısından Türk savunmasının esasını gezgin, hafif bataryalar oluşturmaktaydı. Kuşkusuz savunmanın bel kemiğini her iki kıyıdaki mevcut tabyalarımız teşkil etmekteydi. (Kroki – 2’ye bak)

Gezgin hafif bataryaların çoğu kıyıya bakan ilk sırtların hemen gerisinde mevzilendirildikleri ve yerlerini de düşman gemilerinin boğazdaki pozisyonuna göre sık sık değiştirdikleri için, düşman tarafından yerlerinin saptanması çok zor olmaktaydı. Bu günkü savaşta oldukça fazla mermi yakılmıştı. Topçularımız çok kısıtlı olan mermilerini büyük bir dikkatle kullanıyor, üstün disiplini, yüksek eğitimi ile kısıtlı atışlarla düşman zırhlılarının ensesinde adeta boza pişiriyordu. îtilaf donanması Boğaz’dan içeriye girdikçe gemilerin güverteleri, nereden geldiği belli olmayan mermi tarakaları ile inliyor, düşman şaşkınlık içinde kalıp bocalıyordu. Buna rağmen donanmanın çok üstün ateş gücü karşısında boğazın orta savunma bölgesi önemli derecede tahribata uğratılmıştı.

Saldın planının ikinci aşamasını teşkil eden bu günkü savaşlarda îtilaf donanması Boğaz’da şöyle-böyle tutunabilmişti. Sıra artık, planın üçüncü aşamasını uygulamaya gelmişti. Bu aşamada mayınlar temizlenecek, iç savunma bölgesindeki tabyalar tahrip edilecek ve MARMARA’ya çıkılacaktı. Bu amaçla, îtilaf donanması toplayabildiği bütün gücüyle Boğaz’a yüklenecek ve düşündüğü son darbeyi 18 MART ‘da indirmeyi deneyecektir.


18 MART ÖNCESİ DURUM

26 ŞUBAT’tan bu yana bütün hazırlıklarını bu yönde tamamlamış bulunuyordu. Bu savaşlara tarihçiler ÇANAKKALE Deniz Savaşları demiştir. Oysa ki mayın harekatı hariç bu savaşlar baştan sona donanmayla kara topçusu arasında cereyan etmiştir.

Ayrıca, tarih yazarları bu kadar dar bir su parçası üzerinde; karşısında hiçbir düşman gemisi bulunmadığı halde böylesine büyük bir donanmanın bu tür bir savaşa ilk kez katıldığını belirtmişlerdir.

Çanakkale Boğazı’nda devam eden deniz savaşları adeta sahnede oynanan bir oyun gibi olmuştur. Çünkü boğazın her iki yakasında her hangi bir tepe üzerinde duracak bir kimsenin, savaşın bütün detaylarını sonuna kadar görüp seyredebileceği bir tarzda cereyan etmiştir.

18 MART saldırısına kadar hava, hemen hemen devamlı olarak bozuk gitmiş, İtilaf donanmasına kıyılarımıza sokulma olanağını vermemiştir. Türk ordusu bu fırsattan çok iyi yararlanmış, yıkılan tabyalarını onarmış, toplarının bakımlarını yapmış, ve yeni takviyeler getirmeyi başarmıştır.

Bu dönem içerisinde îtilaf Devletleri donanmanın tek başına Boğaz’ı düşüremeyeceğini anlamaya başlamış ve deniz harekatına paralel olarak karadan da müdahale edecek şekilde kara kuvvetlerini LİMNİ ADASI’NA yığmaya başlamıştır. Bu defa iş sıkı tutulmalıydı. Bu maksatla MISIR’da bulunan İngiliz Generali MAXVELL’e de emirler gönderilmiş “Ortadoğu harekat alanındaki bir çok kıtaların emrine verildiği” bildirilerek bunların “Çanakkale’ye şevke hazır tutulmaları” istenmişti. Bütün bu kuvvetlerin komutanlığına da HAMILTON tayin olmuştur.

Bu arada “Akdeniz İngiliz Donanması Başkomutanı “Amiral CARDEN bu güne kadar cereyan eden savaşlardan dolayı sinirleri iyice bozulmuş ciddi olarak sağlığını kaybetmiştir. Kendisini asıl bunalıma iten sorunların başında Boğaz’da günün her saatinde mevzi değiştiren ve ele avuca sığmayan Türklere ait hafif set bataryalarının hırpalayıcı ateşleriydi. Yoğun deniz bombardımanıyla tam susturuldukları sanılan bu bataryaların bir kaç saat sonra başka bir yerde yeniden ateşe başlamaları amirali çileden çıkarmaya yetiyordu. Bu ve benzer olaylar nedeniyle düştüğü asap bozukluğu içerisinde görevinden affedilmesini istemekteydi. Oysaki son üçüncü aşamaya ait plan, bir kaç gün içinde uygulamaya koyulacaktı. Doktorlar kendisini muayene ettiler ve “Ruhsal Çöküntü” tanısıyla derhal İNGİLTERE’ye geri gönderilmesinin uygun olacağı yolunda raporlarını verdiler. Amiral LONDRA’ya durumu bildirerek İNGİLTERE’ye döndü.

17 MART 1915 günü, Amiral CARDEN’in yardımcısı, Amiral De ROBECK ertesi günü girişilecek son, büyük ve kesin taarruzun komutanlığına getirilmişti. Onun başkanlığında 17 MART günü yapılan son toplantıda 18 MART harekatı bir kez daha gözden geçirildi.


18 MART 1915 SAVAŞI: (Kroki-3’e bak)

18 MART 1915 günü, bundan 80 yıl önce Çanakkale’de ufukları ümit ve zafer neşesi kaplayan bir fecir daha söktü. Dardanos’un toprak kümbetinden ufku gözetleyen Mehmetçik, sayısı 18’e ulaşan çelik gömlekli hayaletlerin, enginlerin buğusunda helecanlı siluetler çizerek Boğaz’a yaklaştığını görüyordu.

Okyanusların bu fütursuz aşinalarına Türk topçusu toprak tabyalarından mert ve asil bir karşılık daha hazırlamakla meşguldü.

Bu çelik hayaletlerin içinde, adını taşıdığı kraliçe gibi haşmet ve güvenle ilerleyen QUEEN ELIZABETH zırhlısı, Marmara’dan kopup gelen MART rüzgarının serin teması ile mest olmuşa benziyordu.

İtilaf donanması kesin sonuç almayı tasarladığı saldırı plânını 3 dalga halinde şöyle düzenlemişti.


1. Hatta:

Modern zırhlılardan oluşan QUEEN ELIZABETH, AGAMEMNON, LORD NELSON, INFLEXIBLE gemileri yer almış ve bu hattın sağ ve sol gerilerinde de P. GEORGE ile TRÎUMPH gemileri bulunmaktaydı.


2. Hatta:

Fransız gemilerinden oluşan GAULOIS, CHARLEMANGNE, BOUVET VE SUFFREN zırhlıları bulunmaktaydı. Bu hattın sağ ve sol gerilerinde İngilizlerin MACESTİK gemisiyle SWIFTSURE bulunmaktaydı.


3. Hatta:

Bu hatta eski İngiliz zırhlıları yer almıştı : Bunlar VENGEANCE, IRRESISTIBLE, ALBION, OCEAN olmak üzere iyi bir hava, durgun bir denizde saat 10.00’da boğaza girmeye başladılar. Saat 11.00’de ilk hat zırhlıları Çanakkale’ye 12 km. mesafedeki önceden saptanan mevkilerine gelerek TRUMPH zırhlısının ilk mermisini saat 11.15’te ateşlemesiyle bu günkü savaş başladı.

Düşmana ilk karşılık MESUDİYE ve DARDANOS tablalarından verildi. Türk savunma planına göre gemiler topçuların menziline girinceye kadar pusuda beklenecek ve menzil içine girer girmez baskın tarzında ateş açılacaktır.

Düşman Boğaz’da ilerledikçe menzillerine giren topçularımız ateş açıyor, savaş giderek kızışıyor, çelik namlularda kibir ve inatla körüklenmiş alevler yanıyor. Düşmanın dev cüsseli mermileri kudurmuş bir manda gibi toprak tabyalardan hınç alıyordu.

O gün saat 12.00’ya geldiğinde ÇİMENLİK TABYASI’ndaki cephaneliğimiz infilak etmiş, NAMAZGAH ve Anadolu HAMİDİYE Tabyaları yerle bir olmuştur. Ama Türk topçusunun hedefini şaşmayan ilk mermileri AGAMEMNON zırhlısını vurmuş, çelik zırhını parçalamıştır.

INFLEXIBLE zırhlısının komuta köprüsünde yangın çıkmış diğer bir çok zırhlılar isabet almıştır.

Bu sırada (Saat 12.00’de) ikinci hatta bulunan Fransız zırhlılarına Amiral tam yol ileri emrini verdi. Bunlar ön hatları aşarak ileriye fırladı ve ÇANAKKALE’ye 7 km. kadar sokuldu.

Savaşın en şiddetli saatleri yaşanmaktaydı. Türk topçuları boğazı cehenneme çeviriyor, düşman zırhlıları da kıyı şeridindeki Türk tabyalarını hallaç pamuğu gibi atıyorlardı.

Bu sırada Fransız GAULOIS zırhlısı, ağır yara alarak savaşamaz hale gelmiş, BOUVET zırhlısı da Rumeli HAMİDİYE’sinden altığı tam isabetle ağır şekilde yaralanmış, yırtılan çelik gömleğini yenilemek üzere geriye kaçarken saat İ4.00’de ayağı, Boğaz’ın ateşten gerdanlığına takılarak aldığı mayın yarasıyla bir kaç dakika içinde burnu havaya kalkmış ve ardından kıç üstü suya kapanarak Boğaz’ın derinliklerinde gözlerden kaybolup gitmiştir. Zırhlıda ki 639 kişi gemiyle birlikte dibi boylamıştır. İki dakika içinde cereyan eden bu olay düşman donanmasında büyük bir şok yarattı. 18 MART savaşlarından daha önce, 7/8 MART 1915 gecesi Dz.Yzb.Hakkı Komutasındaki NUSRET Mayın gemisi bütün ışıklarını söndürerek inanılmaz bir cüret ve cesaretle Boğaz’da kum gibi kaynayan düşman zırhlılarının arasından süzülmüş, Karanlık Liman’a yanaşmış ve 26 adet mayınını bu sulara gayet planlı bir şekilde ve tek sıra halinde dökerek gene geldiği gibi sessizce süzülüp üssüne dönmüştü. Dz.Yzb.Hakkı’nın sulara bıraktığı mayınlar, düşman gemilerinin daha evvelki savaşlarda da manevra sahası olarak kullandıkları KARANLIK LİMAN’ın, ERENKÖY koyuna bakan sahiline paralel olarak sıralanmıştır. BOUVET zırhlısı Yzb. Hakkı’nın azizliğine uğrayan ilk deniz ejderi oluyordu. Ama işler daha bitmemiştir.

Batan Bouvet zırhlısının imdadına koşan SUFFREN, GAULOÎS aynı akıbete uğramış bu zırhlının üzerine toplanan mermilerimiz onu da amansız yakalayarak hırpalamış ve yüz geri püskürtülmüştür.

Ne var ki, kader ağlarını yavaş yavaş örüyor. Ve Yzb. Hakkı Bey’in kurduğu tuzak işlemeye devam ediyordu. Saat 15.00’te başka bir mayına çarpan IRRESISTIBLE ve onu takiben 16.30’da INFLEXIBLE ve 10 dakika sonra OCEAN zırhlıları tam ileriye atılacaklardı ki, onların da ayakları boşa gitti. Mayına çarparak kendilerini bir ateş çukurunda bulup suda eriyen saman kağıdı gibi bükülerek battılar.

INFLEXIBLE güçlükle çekilerek (Aldığı mayın yarası dolayısı ile) İMROZ’a götürülmüş ve kıyıya, baştankara edilmiştir.

NUSRET’in mayınları meğerse ne güzel patlarmış.

Böylece 6 saat içerisinde üç büyük zırhlısını kaybeden ve bundan daha fazlasının da Türk topçusunun hedefini şaşmayan mermileri altında, ağır yaralar aldığını gören Amiral De ROBECK bu hezimet karşısında bütün moralini kaybetmiş. “Ya şimdi sıra QUEEN ELIZABETH’e gelirse diye” düşünmekten kendisini alı koyamayarak sırtında soğuk suların ürpertisini hissetmeye başlamıştı.

Ağır yaralar alan gemiler birbirlerinin imdadına koşuyor, batan gemilerin mürettebatını kurtarabilmek için sayısız tekneler sağa sola koşuşturup duruyorlardı. Her halde mahşer denilen de böyle bir şey olmalıydı. Donanmadaki bütün komutanlar arasında panik havası esmekte idi.

Amiral De ROBECK bugün, hayatının en uzun gününü yaşamaktaydı. Bu ateş tufanından bir an evvel kurtulabilmek için “karanlığın çökmesini dört gözle bekliyordu. Bereket versin ki MART’ın akşam güneşi erken batmaktaydı.

Bu ölüm kalım savaşında Türk tabyalarında da önemli hasarlar meydana gelmiş, saat 14.00’e doğru hiddetli bir yangın ÇANAKKALE ile KİLİTBAHİR’i parmağına dolamış, muhabere hatlarımız parçalanmış, daha da kötüsü akşama doğru bütün müstahkem mevkii komutanlığının elinde sadece 30 atımlık mermi stoku kalmıştır.

Savaşın en ağır yükünü çeken DARDANOS tabyasındaki açık ateş mevziinden savaşa katılan 6 adet topun hepsi de saat 17.00’ye doğru kullanılmaz hale gelmiş, hemen bütün eratı saf dışı olmuş, son anda batarya Komutanı Ütğm. Hasan Hulusi ve takım subayı Trabluslu Tğm. Mehmet Mevsuf hâla ateş edebilecek durumda kalan son iki topun başına bizzat geçmişler ve her biri 8 erle kullanılan bu toplan iki subayımız tek başlarına kullanarak ateşe devam etmişlerdi. Bu tabya ve çevresine düşen top mermilerinin sayısı zaman zaman dakikada 400-500 atıma ulaşmaktaydı.

Bütün bu hengame içerisinde Türk tarafının kaybı 4 subay, 40 er ve 74 yaralıdan ibaretti. Buna karşılık İtilaf Donanması 1/3’nü kaybetmiştir. (Zırhlılardan üçü batmış, üçü de uzun süre işe yaramayacak şekilde ağır yaralanmıştır.) Saat 17.10’da Amiral DE ROBECK, artık yapacak birşey kalmadığını görerek boynu bükük çekilme emrini veriyordu.

Bu şekilde sona eren 18 MART Savaşı’nın zaferle sonuçlandırılmasında NUSRET Mayın Gemisi’nin ve onun kahraman Komutanı Yzb. Hakkı kadar, DARDANOS bataryasının da payı vardır. 18 MART günü aslında bir kahramanlık sıralaması yapmaya da olanak yoktur. Çünkü bütün bataryalar onların subayları ve erleri hayatlarını hiçe sayarak gerçekten ölüme meydan okuyup çarpışmışlardır. Ancak, DARDANOS Bataryasının Boğaz’da işgal ettiği mevkii özelliği dolayısı ile çok ayrı bir yere sahip olmuştur. Bütün kahramanlarımızın şahsında sadece bu bataryamızın menkıbesine kısaca değinmek istiyorum.


DARDANOS Bataryası’nın Menkıbesi:

Bu batarya Çanakkale Boğazı’nda Karanlık Liman’ın kuzey bölgesine düşen ve küçük bir dirsek yaparak Çanakkale şehrini arkasında saklayan bir tepenin tam üzerinde, denizden birden bire yükselen (120 m. yükseklikte) önü ve arkası sert yamaçlarla aşağı doğru inen bir arazi kesiminin üstünde açık ateş mevziinde tertiplenmiştir. 6 Toptan oluşan bataryanın menzili 15 km. kadar olup Boğaz’ı girişinden itibaren ateş altında tutabiliyor. Topların çapı 15 cm. olup seri ateşliydi.

Düşman donanması Boğaz girişindeki tabyaları tahrip ederek, içeri girdikten sonra DARDANOS’un kahredici ateşi ile karşılaşmıştır. Bu nedenle de Boğaz’daki bütün düşman gemilerinin baş hedefi olmuştur.

Batarya, tepenin en üst hattında açıkta mevzilendirilmiş olduğu için denizden bakıldığında bu 6 topun silüyeti tamamen ufka düştüğünden uzaktan, sanki kanatlarını açarak bir tepenin üzerine konmuş altı kartal gibi görünüyordu. Gemi toplarının bunları saf dışı edebilmesi; her birini tek tek tam isabetlerle nokta atışı yaparak vurmasına bağlı kalıyordu. Bu ise denizde devamlı sallanan gemi topçuları için hiç de kolay bir görev sayılmazdı. Düşman zırhlılarının DARDANOS’a gönderdikleri salvolar, ya; yamacın ön yüzünde patlıyor ya da topların üzerinden ve aralarından aşarak daha gerilerde paralanıyordu.

Akşam saatlerine doğru toplardan biri, namlusu içinde paralanan kendi mermisiyle hasara uğramış, namlusu zambak gibi açılmış ve susup kalmıştı. Diğer iki topun birer tekerleği, dingil başlarından kopmuş, birer dizini yere vuran İzmir Zeybekleri gibi olduğu yerde kalmışlardır. Bir diğer topun kalkanı ile namlusu arasına saplanan, ama şans eseri patlamayan bir düşman mermisi o topu da göğsünden hançerlenen bir Dadaş heybeti ile yerine mıhlamıştı.

Ayakta kalan diğer iki topun kalkanları lime lime olmuş ve akşam 17.00’ye doğru bataryanın bütün erleri yaralanmış ya da şehit düşmüş ve bataryada ateş edebilecek iki top ile iki subay ve bir sıhhiye çavuşu kalmıştı. Yaralı Olmalarına rağmen her biri birer topun başına geçerek bütün kin ve hırslarıyla namluya sürdükleri 15’lik mermileri düşman gemilerinin suratlarının ortasına fırlatmaya devam ettikleri sırada bu iki topun orta yerinde paralanan bir düşman mermisi bu iki kahraman subayımızı ağır yaralayarak yere sermiştir. Durumu gören sıhhiye çavuşu koşmuş her iki komutanını da bellerinden kavrayarak bataryanın sargı yerine doğru indirirken bu sırada geri çekilme emrini alan gemilerden birinin attığı son mermi Üstğ. Hasan ve Tğm. Mevsuf un hemen arkasında toprağa saplandıktan sonra patlamış ve kabaran toprağın altında kalan bataryanın bu son kahramanları şahadet mertebesine ulaşmıştır. Şimdi bu kahramanlar, DARDANOS Tabyasında o gün şehit düştükleri, bu günde onların isimleriyle anılan “Hasan-Mevsuf Şehitliğinde” ebedi uykularını uyumaktadırlar.

18 MART 1915 GÜNÜ AKŞAMI, güneş, Ege Deniz’ine gömülürken tabyalardan ufku gözetleyen Mehmetçikler düşman zırhlılarının sayısının 12’ye düştüğünü müjdeliyordu.


SONUÇ:

– 18 MART, yersiz bir gururun Karanlık Liman’da boğuluşunun tarihlere kaydedildiği bir gün olmuştur.

– Türk Denizcilerinin kahramanlığı ve Türk topçusunun hedefini şaşmayan çelik yumruğu bu zaferin sağlanmasında başlıca rolü oynamıştır.

– 18 MART LONDRA’yı ODESA’ya bağlayan deniz yolunun Karanlık limanda kaybolduğunun bütün dünyaya ilan edildiği gündür.

– 18 MART, İtilaf devletlerinin ve onların yenilmez sanılan armadalarının son tarih denemelerinin bir başlangıcı olmuştur.

– TRUVA’nın koç boynuzu bugün kırılmış; CENEVİZ’in gemisi bugün batmış; Hünkar İskelesi bugün yıkılmış, SEVR bugün çökmüştür. Biz, tam 6.5 asır boyunca LOZAN’ı ALÇITEPE’de; Mudanya’yı, CONKBAYIRI’nda bekledik.. MONTRÖ’yü, İMROZ’un önünde kucakladık.

– Osman oğullan Çanakkale Boğazı’nı kırık bir salla geçmiş, VİYANA kapılarına dayanmışlardı. Fakat, 18 MART’ta ne Amiral De ROBECK aynı yerden QUEEN ELIZABETH ile geçebilmiş ve ne de daha sonra General HAMİLTON’un başı sarıklı mecusi neferi ilahi ateşte tavlanan baltasını Ayasofya’nın kubbesine indirebilmiştir.

– 542 Yıl önce Fatih, Bizans’ı yaşadığı çağla beraber yere serdi. 18 MART’ta da torunları Çanakkale’de bir darbe ile Koca Çarlığı yere yıktı. Kocası Deli PETRO’yu kurtarmak için PRUT suyu kenarında namusunu Baltacı’ya veren KATERİNA, başındaki tacını da bugün bu kıyılan bekleyenlere veriyordu.


18 MART 1915 SAVAŞININ SONRASI:

18 MART savaşını izleyen günlerde İngiliz Harp Kabinesi ve Amiral De ROBECK Boğaz’ı zorlamaya devam etmeyi düşünmüşlerse de verdikleri zayiatın kısa sürede yerine konulamayacağını anlayarak deniz harekatını durdurmaya, kara ve deniz kuvvetlerinin hazırlıklarını tamamladıktan sonra ileri bir tarihte GELİBOLU Yarımadası’na Anfibik kuvvetlerle ortaklaşa bir harekat yaparak Boğaz’ı düşürmeye ve İstanbul’a ulaşma planlarını bir kez daha uygulamaya karar verdi. Tarih 27 MART 1915.

Bölgedeki bütün gemiler MART’ın 22. gününden itibaren ayrılmaya başlamış ve geniş liman imkanları bulunan İSKENDERİYE’ye hareket ettirilmişlerdi. Yeni harekat için teşkilatlanma ve gemilerin çıkarma harekatına uygun şekilde yüklenmeleri için hazırlıklar burada yapılacaktı.

Türk Komuta Heyeti, İtilaf Devletlerinin yukarıda açıklandığı şekilde ikinci bir harekatın yapılabileceğini değerlendirerek Boğaz bölgesinde ve özellikle GELİBOLU Yarımadası’nda gerekli askeri önlemi LİMAN VON SANDERS komutasında ve Gelibolu’da 5’nci Türk Ordusu düşman çıkarmalarına karşı kuruluşunu tamamlamış bulunuyordu.

Kur.Yb. Mustafa Kemal’in komutasındaki 19. Tümen de Bigalı-Maydos bölgesinde 5’nci Ordunun ihtiyatını teşkil etmek üzere bölgeye gelmiştir.

Gelibolu Kara Savaşları 25 NİSAN 1915 günü sabahı fecirle birlikte başlayacak ve İtilaf Devletleri bu savaş harekatında irili ufaklı 600’e yakın savaş ve ticaret gemisinden oluşan, o tarihe kadar örneği görülmemiş bir deniz armadasıyla GELİBOLU Yarımadası’na yükleneceklerdir.

En kanlı savaşlardan biri olarak harp tarihlerinde yerini bulan bu savaşta taraflar yaklaşık 250’şer bin asker kaybedecek sonuçta savaş alanını, Türk’ün zaferine terk ederek 8/9 OCAK 1916 günü son erine kadar GELİBOLU’yu terk ederek çekip gideceklerdir.

Bu savaşlarda ve bütün savaşlarda yurtlan için canlarını veren aziz şehitlerimizin ruhları önünde saygıyla eğiliriz.

 

                     15-21 MART DÜNYA TÜKETİCİLERİ KORUMA HAFTASI

 

                 

            Her yıl 15 Mart Dünya Tüketiciler Gününün içinde bulunduğu hafta Tüketiciyi Koruma Haftası olarak kutlanmaktadır.15 Mart’ın Dünya Tüketici Hakları Günü olmasının nedenlerinden biri, 15 Mart 1962 yılında o dönemin ABD Başkanı John F Kennedy’nin Temsilciler Meclisinde ilk kez Tüketici Hakları diye bir kavram kullanmasından kaynaklanmaktadır. İlk olarak Amerika, Avrupa ve İskandinav ülkelerinde ortaya çıkan Tüketici Koruma faaliyetleri Japonya’ya ve oradan da tüm dünya ülkelerine yayılmaya başlamıştır. Daha sonra Birleşmiş Milletler, 1985 yılında aldığı bir kararla TÜKETİCİ HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİNİ ilan ederken bu konuşmanın yapıldığı 15 Mart tarihini DÜNYA TÜKETİCİ HAKLARI GÜNÜ olarak kabul etmiş, ve Uluslararası tüketici örgütleri de bunu her yıl DÜNYA TÜKETİCİ HAKLARI GÜNÜ olarak kutlamaya başlamıştır. TÜKETİCİ HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ; Temel gereksinmelerin karşılanması hakkı, Sağlık ve güvenliğin korunması hakkı, Ekonomik çıkarların korunması hakkı(Seçme hakkı), Bilgilendirme hakkı, Eğitilme hakkı, Tazmin edilme hakkı, Temsil edilme hakkı, Sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı olmak üzere tüketicinin 8 temel hakkını içermektedir.

 

Ülkemizde ise Tüketiciyi Koruma faaliyetleri özellikle 08.03.1995 tarih ve 22221 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un, 08.09.1995 tarihinde yürürlüğe girmesinden sonra yurt genelinde önemli bir hareket kazanmıştır. Bu Kanun ile tüketicilerin hakları, yasal düzenleme çerçevesinde, çağdaş anlamda yeni boyutlara ulaşmıştır. Tüketici yasasının uygulanması sonucunda, yasanın eksik ve aksayan yönlerinin günün koşullarına uygun hale getirilmesi amacıyla yapılan çalışmalar sonucunda “4822 sayılı Kanun ile Değişik 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun” hazırlanarak 14.06.2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Tüketici yasası ile tüketiciler Kapıdan Satışlar, Taksitli Satışlar, Kampanyalı Satışlar, Garanti Belgesi, Türkçe Tanıtma Kullanma Kılavuzu, Satış Sonrası Hizmetler, Ayıplı Mal ve Hizmetler, Devre Tatil, Paket Tur, Sözleşmelerdeki Haksız Şartlar, Tüketici Kredisi, Kredi Kartları, Süreli Yayınlar, Mesafeli Sözleşmeler, Abonelik Sözleşmeleri, Yanıltıcı ve Aldatıcı Reklamlar… vb. gibi pek çok konuda yasalar ile satıcı ve sağlayıcılar karşısında haklarını arama ve elde etme imkanına kavuşmuşlardır. Gerek devletin çıkardığı bir takım yasal düzenlemelerle gerekse tüketicilerin biraraya gelerek örgütlendiği sivil toplum kuruluşları aracılığı ile ülkemizde sağlanmaya çalışılan tüketiciyi koruma ve haklarını gözetme faaliyetleri alanında en büyük görev yasanın uygulayıcısı konumunda olan Sanayi ve Ticaret Bakanlığı ve İllerde Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüklerine düşmektedir.

 

4077 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 08.09.1995 tarihinden itibaren her yıl Dünya Tüketiciler Gününün içinde bulunduğu hafta Tüketiciyi Koruma Haftası olarak kutlanmakta, ve bu hafta içerisinde Tüketici hakları ile ilgili paneller, seminerler radyo ve televizyon programları düzenlenmekte ve Tüketici haklarına saygı duyan ve koruyan kurum, kuruluş ve kişilere ödüller verilmektedir.

 

                                       TÜKETİCİ HAKLARI

 

Ülkemizin de taraf olduğu 1985 tarihli Birleşmiş Milletler Evrensel Tüketici Hakları Bildirgesine göre 9 adet temel ve evrensel tüketici hakkı vardır. Bunlar sırasıyla aşağıdaki gibi sıralanabilir.

Temel ihtiyaçların karşılanması hakkı: Barınma, ısınma, aydınlanma, içecek ve kullanacak su bulma, haberleşme, ulaşım tüketicilerin en temel ihtiyaçlarıdır.

Her tüketici, bu temel ihtiyaçların karşılanmasını talep edebilir.

Sağlık ve güvenlik hakkı: Satışa sunulan her türlü mal ve hizmetin insan yaşamı ve sağlığı açısından kullanıcısına zarar vermeyecek durumda olmasıdır.

Bilgi edinme hakkı; Tüketicinin mal ve hizmeti satın alırken doğru karar verebilmesinin sağlanması için tüketicinin gerekli bilgilere ulaşabilmesi ve zararlı, yanıltıcı reklamdan, etiketten, ambalajdan korunmasıdır.

Eğitilme hakkı: Tüketicinin hak ve çıkarlarını koruyabilmesi, tüketici bilincine sahip olması için eğitim kurumlarında eğitilmesidir.

Zararların giderilmesi hakkı: Satın alınan mal veya hizmetten dolayı  tüketicinin uğramış olduğu zararın giderilmesi, o mal veya hizmetin yeniden tüketiciye ulaştırılmasıdır.

Sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı: Sağlık koşullarına uygun bir çevrenin oluşumunda ülke ve doğal kaynakların doğru kullanımı ile çevrenin korunması, temiz ve sağlıklı bir şekilde gelecek nesillere bırakılmasıdır.

Ekonomik çıkarların korunması hakkı:

Tüketiciye kıyaslama imkânı verecek çeşitte mal ve hizmetin en uygun fiyattan sunulması, satış sonrası her türlü teknik destek ve servisin tüketiciye ulaştırılmasıdır.

Seçme hakkı: Tüketicilerin çeşitli ürün ve  hizmetlere istedikleri zaman ulaşabilmeleri anlamındadır. Rekabetin tam olarak işlemediği pazarlarda devlet aksaklıların giderilmesi için yapacağı düzenlemeler ile uygun kalite ve fiyatlarda mal ve hizmetlerin tüketicilere sunulmasını sağlamalıdır.

 Temsil edilme, Örgütlenme, Sesini duyurma hakkı: Yukarıda sayılan hakların elde kullanılabilmesi, tüketicilerin haklarını koruyabilmeleri, mağduriyetlerinin giderilmesinde bir araya gelerek güç birliği oluşturmaları ve hükümetlerin ekonomik ve siyasi politikaların da dikkate alınma ve kamu kurumlarında temsil edilebilmesidir.

 

             AYIPLI MAL ALANLARIN HAKLARI NELERDİR?

 

Bir malı aldıktan sonra  ayıplı olduğunu   fark ederseniz; Satın aldığınız tarihten itibaren 15 gün içinde

Şunlardan birini yapma hakkına sahipsiniz.

*Ayıplı malın değiştirilmesini,

*Ödediğiniz bedelin iadesini,

*Ayıbın neden olduğu değer kaybının bedelden indirilmesini,

*Ücretsiz olarak tamirini talep edebilirsiniz.

*Eğer malın ayıbı gizli ise veya hile ile gizlenmişse, hakkınız 2 yıldır.

*Ayıplı bir maldan dolayı maddi veya manevi bir zarara uğramışsanız bu zararınızı,

Satıcı veya Üretici veya ithalatçı karşılamak zorundadır

 

TÜKETİCİ HAKLARINI KORUYAN KURUM VE KURULUŞLAR

 

Satın aldığınız bir mal ayıplı veya arızalı çıktıysa ve bütün çabalara rağmen sorununuzu çözemediyseniz

şu kurumlara başvurabilirsiniz;

1-Tüketici Sorunları Hakem Heyetleri

2- TC. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı

3- Sanayi ve Ticaret İI Müdürlükleri

4-Tüketici Sorunlarına bakmakla görevli mahkemeler

5- Bulunduğunuz yerdeki tüketicinin  korunmasına yönelik olarak faaliyet gösteren dernek veya vakıflar

6-Etiket mecburiyetini uygulama konusundaki şikâyetler için belediyeler

 

YURDUMUZDA TÜKETİCİYİ KORUMA FAALİYETLERİ

 

Tüketici hakları ve tüketicinin korunmasına yönelik gelişmelerin batılı ülkelerde son derece ilerlemiş olduğu görülmektedir. Ancak ülkemizde bu konudaki girişimlerin son on yıl zarfında hareketlenme gösterdiği gözlenmektedir (Demirel, 2004). Son yıllarda ülkemizde tüketicinin korunmasına yönelik yasal düzenlemelerde hızlanma kaydedilirken, aynı amaca yönelik çok sayıda resmi, yarı resmi kurum ve kuruluş kimlik kazanırken, birçok sivil toplum örgütü de tüketici hakları ve tüketicinin korunmasına yönelik çeşitli faaliyetlere önderlik etmektedir.

   TÜKETİCİYİ KORUMA HAFTASI

 

Her yıl 15-21 Mart tarihleri arasında kutlanan Tüketiciyi Koruma Haftasında öncelikle öğrencileri ve sonra tüketicileri bilinçlendirmek adına pek çok çalışma yapılır. Bilinçli tüketici olmak için neler yapılabileceği, tüketicinin haksızlığa uğramaması için bilmesi gereken hakları anlatılır.

Tüketici olarak hak ve sorumluluklarımızı iyi bilmeliyiz. Bilinçli bir tüketici mal alırken kalitesine, uygun fiyata,ihtiyaç durumuna bakarak satın alan kişidir.Tüm dikkat ve özenimize rağmen hatalı bir ürünle karşılaşınca da hakkımızı sonuna kadar aramalıyız. Bunun için Tüketici Sorunları Hakem Heyetlerine, Sanayi ve Ticaret Bakanlığına, Sanayi ve Ticaret İI Müdürlüklerine,Tüketici Sorunlarına bakmakla görevli mahkemelere başvurabilirsiniz.

 

Unutmayın ki Anayasamız, tüketicinin korunması kanunu ile haklarımızı güvence altına almıştır.

TÜKETİCİ HAKLARI

 

Ülkemizin de taraf olduğu 1985 tarihli Birleşmiş Milletler Evrensel Tüketici Hakları Bildirgesine göre 9 adet temel ve evrensel tüketici hakkı vardır. Bunlar sırasıyla aşağıdaki gibi sıralanabilir.

Temel ihtiyaçların karşılanması hakkı: Barınma,ısınma, aydınlanma, içecek ve kullanacak su bulma, haberleşme, ulaşım tüketicilerin en temel ihtiyaçlarıdır.

Her tüketici, bu temel ihtiyaçların karşılanmasını talep edebilir.

Sağlık ve güvenlik hakkı: Satışa sunulan her türlü mal ve hizmetin insan yaşamı ve sağlığı açısından kullanıcısına zarar vermeyecek durumda olmasıdır.

Bilgi edinme hakkı; Tüketicinin mal ve hizmeti satın alırken doğru karar verebilmesinin sağlanması  için tüketicinin gerekli bilgilere ulaşabilmesi ve zararlı, yanıltıcı reklamdan, etiketten, ambalajdan korunmasıdır.

Eğitilme hakkı: Tüketicinin hak ve çıkarlarını koruyabilmesi, tüketici bilincine sahip olması için eğitim kurumlarında eğitilmesidir.

Zararların giderilmesi hakkı: Satın alınan mal veya hizmetten dolayı  tüketicinin uğramış olduğu zararın giderilmesi, o mal veya hizmetin yeniden tüketiciye ulaştırılmasıdır.

Sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı: Sağlık koşullarına uygun bir çevrenin oluşumunda ülke vedoğal kaynakların doğru kullanımı ile çevrenin korunması, temiz ve sağlıklı bir şekilde gelecek  nesillere bırakılmasıdır.

Ekonomik çıkarların korunması hakkı:

Tüketiciye kıyaslama imkanı verecek çeşitte mal ve hizmetin en uygun fiyattan sunulması, satış sonrası her türlü teknik destek ve servisin tüketiciye ulaştırılmasıdır.

Seçme hakkı: Tüketicilerin çeşitli ürün ve  hizmetlere istedikleri zaman ulaşabilmeleri  anlamındadır. Rekabetin tam olarak işlemediği pazarlarda devlet aksaklıların giderilmesi için yapacağı düzenlemeler ile uygun kalite ve fiyatlarda mal ve hizmetlerin tüketicilere sunulmasınısağlamalıdır.

 Temsil edilme, Örgütlenme, Sesini duyurma hakkı: Yukarıda sayılan hakların elde kullanılabilmesi, tüketicilerin haklarını koruyabilmeleri, mağduriyetlerinin giderilmesinde bir araya gelerek güç birliği oluşturmaları ve hükümetlerin ekonomik ve siyasi politikaların da dikkate alınma ve kamu kurumlarında temsil edilebilmesidir.

        

                                                  14 MART TIP BAYRAMI

 

                   14 MART'IN ÖNEMİ: 14 Mart 2005 — Tıp Bayramı, ilk kez, 1. Dünya savaşı sonunda, İstanbul'un işgal edildiği günlerde, yabancı işgal kuvvetlerine karşı tıp öğrencilerinin bir tepkisi olarak 1919 yılında kutlandı. Günümüze kadar gelen bu 14 Mart kutlamaları, artık içinde bulunduğu haftayı da kapsayacak şekilde, “Sağlık Haftası” olarak kutlanıyor.

 

Tıbbın ilk insanla birlikte başladığı söylense de, genelde kabul görmüş olan ilk tıp büyüğü Aesculapius'dur. Kendisinden ilk kez İlyada'da Homeros bahsetmiştir: “Çağır Asklepios oğlunu, kusursuz hekimi” demektedir. Önce Zeus'un gazabıyla yıldırım çarpmasıyla öldürülen Asklepios daha sonra yine Zeus tarafından tıp tanrısı olarak ilan edilir. Tıp amblemlerinde yer eden, temeli doğu kültürüne dayanan ve tarihi M.Ö. 3000' lere uzanan yılan figürü de, Asklepios ve O'nun asası ile bütünleşmiştir. Hatta Asklepios sözcüğünün grekçe “Askalabos” sözcüğünden geldiği söylenir ki, bu da yılan anlamına gelir. Ve Asklepios'un şifa veren gücünü yılandan aldığı, halkın da adaklarını Asklepios'a değil de bu yılana sunduğu söylenir. Öyle ya da böyle, yılanlı asası ile Asklepios tıp tarihinin önemli dönemeçlerinden birini tutan bir sembol olarak yerini almıştır.

 

 

 

Mitolojiden öte, yaşadığı kesin olarak bilinen ve hizmetleri sonucu tıbbın babası olarak kabul gören ise Hippocrates olmuştur. M.Ö. 460–450 yılları arasında Kos adasında doğan ve babası da doktor olan Hipokrat'ın tıbba katkıları ve getirdiği felsefe dünya tıp çevrelerince hâlâ kabul görür ve bu sebeple birçok ülkede hekimler mezun olurken “Hipokrat Andı” adı altında meslek yemini ederler.

 

 

 

İLK KUTLAMA 1919'DA: İlk tıp bayramı 14 Mart 1919'da, işgal altındaki İstanbul'da, tıp öğrencileri tarafından kutlanmış. Tepkilerini bu şekilde dile getirmeye çalışan öğrencilerin bu törenine Dr.Fevzi Paşa, Dr.Besim Ömer Paşa, Dr.Akil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da katılmış.

1933'de “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” İstanbul Üniversitesi'ne dâhil olmuş. Peşinden de 1945'te Ankara Tıp Fakültesi, 1954'te Ege Tıp Fakültesi kurulmuş. Derken bugünlere gelinmiş...

 

14 MART TIP BAYRAMI MESAJLARI:

 

İnsanı yaşatmayı ve insanın acısını azaltmayı, insanlığa daha nitelikli bir yaşam sunmayı amaç edinen, bu kutsal, saygın ve onurlu mesleği büyük özveriyle yerine getiren tıp çalışanlarımızın insan yaşamına saygıyı ifade eden 14 Mart Tıp bayramını kutluyor başarılı çalışmalarınızın devamını diliyorum.

 

Bir nefeslik sıhhatin bile değerinin ölçülemeyeceğinin bilincinde olarak; sağlık sektörü çalışanlarına sevgi ve şükranlarımı sunar, Tıp Bayramlarını kutlar, tüm insanlık için sağlık ve huzur dolu bir yaşam temenni ederim.

 

Sağlık hizmetlerinin ülkemizde en üst seviyeye çıkarılması için fedakarca çalışan ve sağlık alanında değerli katkılarda bulunan doktorlarımızın ve tüm sağlık çalışanlarımızın Tıp Bayramı’nı kutlarım.

 

Her şeyin başı sağlıktır. Tıp bayramınızı en içten dileklerimle kutlarım.

 

14 Mart Tıp bayramını kutluyor başarılı çalışmalarınızın devamını diliyorum.

 

Gece-gündüz, kar-çamur, bayram-tatil demeden büyük bir özveriyle insanların sağlıklı ve daha sağlıklı yaşaması için ellerinden gelen her türlü çabayı esirgemeyen, sunan verilen görevleri zamanında ve tam yapan tüm sağlık çalışanlarının 14 Mart Tıp Bayramlarını kutlarım.

 

Sağlık, vücutları sağlam olanların başına konmuş bir taçtır. (Hz. Muhammed s.a.v) tüm sağlık birimlerinin 14 Mart tıp bayramını kutlarım.

 

Tüm acil sağlık çalışanlarının ve sağlık personelinin 14 mart Tıp Bayramını içtenlikle kutlar, başarılı çalışmalarının devamını dilerim.

 

Tıp mensuplarının Tıp Bayramını en içten duygularımla kutlar, çalışmalarında başarılar dilerim.

 

Beni Türk hekimlerine emanet edin. (Mustafa Kemal Atatürk) 14 mart tıp bayramınız kutlu olsun.

 

TIP VE SAĞLIK SÖZLERİ

 

 "Beni Türk doktorlarına emanet ediniz." Gazi Mustafa Kemal Atatürk

 

 "Sağlıklı mümin, hastalıklı müminden daha iyi, daha üstün ve Allah'a daha sevimlidir." Hz. Muhammed (s.a.v)

 

"Sağlık, vücutları sağlam olanların başına konmuş bir taçtır." Hz. Muhammed (s.a.v)

 

 "İki şeyin elden gitmeden değerini takdir etmek zordur; sağlık ve gençlik." Hz. Ali (r.a)

 

"Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur." Eflatun

 VEREM SAVAŞ EĞİTİMİ HAFTASI

 

            Verem hastalığını tanıtma, korunma yollarını öğretme, veremle toplu olarak savaşmayı sağlamak amacı ile her yıl, yılbaşını takip eden ilk Pazartesi günü başlayan hafta “VEREM SAFAŞ EĞİTİMİ HAFTASI” olarak kabul edilmiştir.

 

Bu hafta boyunca televizyon, radyo, gazete gibi yayın organlarında verem hastalığını tanıtan, korunma yollarını gösteren, veremli hastaların tedavileri ile ilgili yayınlar yapılır. Yurdumuzda yapılan Verem savaş çalışmaları hakkında bilgiler verilir, canlı örnekler gösterilir. Bütün insanların birlik ve beraberlik içerisinde veremle savaş etmesinin önemi açıklanır. Aşı kampanyasına herkesin katılmasını, özellikle yeni doğan bebeklerin verem aşılarının zamanında yaptırılması istenir.

 

 

 

Okullarımızda da verem hastalığı tanıtılır. Bulaşma yolları gösterilir. Korunma yollan üzerinde önemle durulur. BCG aşısının önemi belirtilir. Veremle savaşma yollarında birlik ve beraberliğin, hepimizi başarıya götüreceği vurgulanır. Bu konularda filmler gösterilir. Konuşmalar yapılır, şiirler okunur. Hafta ile ilgili sözler yazılı dövizler duvarlara asılır. Öğrenciler arasında kompozisyon ve resim yarışmaları yapılır. Herkesin bilinçli bir şekilde veremle savaşma yollan gösterilir. Sağlık ve Temizlik, Beslenme kolları, haftanın en faydalı bir şekilde geçmesi için var gücüyle çalışırlar. Arkadaşlarına faydalı olacak çalışmalar yaparlar.

 

VEREM HASTALIĞI

 

İnsanlardan insanlara, hayvanlardan insanlara geçen bulaşıcı ve öldürücü bir hastalık olan vereme, halk arasında “ince hastalık” denir. Tıptaki adı, “TÜBERKÜLOZ”dur. Mikrobunu, bir Alman doktor olan “ROBERT KOCH” bulmuştur. Bu yüzden verem mikrobuna “Koch Basili” denir.

 

 

 

Verem mikropları, zayıf insan vücuduna kolaylıkla yerleşir. Kısa sürede vücutta yayılır. İnsan sağlığını tehlikeye sokar. Verem hastalığı, vücutta ilerlemiş duruma geldikten sonra tedavisi çok güç yapılır. İleri vakalarda tedavi de iyi sonuç vermez.

 

Önemli olan, hastalığa yakalanmamak için zamanında tedbir almaktır. Dünyada ve yurdumuzda yeni doğan çocuklara BCG verem aşısı yapılmaktadır. Bu aşı, veremi kökünden kazıyan en sağlıklı ve güvenilir yoldur. Verem savaş Dispanserleri ve ekipleri yurdumuzda geniş bir tarama ve savaş kampanyası açmıştır. Köy köy dolaşan sağlık ekipleri, vatandaşları kontroldan geçirmiş, aşılarını yapmış, gereken tedavi yollarını titizlikle gerçekleştirmiştir. Okullarımız bu çalışmaların en disiplinli yapıldığı yerlerdir. Yurdumuzun her tarafında yapılan verem savaş çalışmaları iyi sonuçlarını vermiştir.

 

Şunu hiç unutmamak gerekir; verem sinsi bir hastalıktır, zayıf vücutları bulunca, hemen oraya yerleşir ve çoğalır. Bunun için dengeli beslenmeye çok dikkat etmeliyiz.

 

 

 

Verem hastalığı, kişiden çok toplumun hastalığı yani bulaşıcı ve çabuk yayılan bir hastalıktır. Dünyada ve yurdumuzda en çok görüleni Akciğer Tüberkülozudur. Verem hastalığı, zamanında anlaşılır ve tedbir alınırsa, tedavisi çok kolay olan bir hastalıktır. Şüphe duyulduğu zaman hemen bir sağlık kuruluşuna, Verem Savaş Dispanserlerine, doktora başvurmalıyız. Verem hastalığının belirtileri şunlardır:

 

1. Geceleri terleme ve ateşin yükselmesi.

 

2. Kesik kesik öksürükler. Balgam çıkarmak. Balgamda kan görülmesi.

 

3. Halsizlik, yorgunluk ve belirgin görüntülerdir.

 

Verem hastalığını ve mikrobunu iyi tanımak, korunmamızı daha bilinçli duruma getirir. Hastalığa karşı gerekli önlemleri zamanında almamızı sağlar.

 

 

 

İnsanlara en faydalı ve yakın olan ineklerimizin sütünden verem hastalığının kolaylıkla insanlara geçtiğini unutmayalım. O halde hayvanlarımızın özellikle ineklerimizin sağlıklı olması, veremle savaş zincirinin bir halkasıdır. Sütleri kaynatmadan içmeyelim. Pastörize edilmiş sütler, çok sağlıklı ve besleyicidir.

 

Süt en önemli temel besin maddemizdir. Vücudumuzu güçlendiren süt, aynı zamanda bizi vereme karşı korur. Hepimizin doğar doğmaz ilk ve tek besinimiz olan sütü, hayatımız boyunca alalım. Sütten yapılan besin maddelerini bol bol kullanalım. Sevgili çocuklar, iyi kaynatılmış veya pastörize edilmiş bir bardak sütün faydaları saymakla bitmeyecek kadar çoktur.

 

Verem hastalığına yakalanmak istemiyorsak ki hepimizin tek amacı budur. Şunları unutmayalım:

 

a. Daima temiz havalı yerlerde bulunalım.

 

b. Soğuklardan korunalım.

 

c. Dengeli beslenelim. Vücudumuzu devamlı güçlü yapalım.

 

ç. Verem Savaş taramalarına ve BCG aşı kampanyasına severek katılalım. Çevremizdekilerin katılmasını sağlayalım.

 

d. Erken teşhisin en büyük kurtarıcı olduğunu unutmayalım.

 

e. Sigara, içki, kumar gibi kötü alışkanlıklar verem hastalığını vücudumuza çağıran en büyük düşmanlardır. Bu düşmanlarla da savaşalım, yanımıza uğratmayalım.

 

Biz güçlü, bilgili ve bilinçli olduğumuz sürece, verem ve diğer hastalıklar ortadan kalkar. Bütün insanlık sağlıklı mutlu bir hayata kavuşur.

Milletimizin güçlü olması, sağlıklı insanlarla gerçekleşir. “Sağlam kafa, sağlam vücutta olur.” sözünü de unutmayalım. Sağlıklı ve planlı yaşamayı alışkanlık haline getirelim.

     

      İSTİKLAL ŞAİRİ MEHMET AKİF ERSOY'UN ÖLÜM YILDÖNÜMÜ

 

İstiklal Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'u rahmet ve saygıyla anıyoruz.

Mehmet Akif Ersoy

 

Toprakta gezen gölgeme toprak çekilinçe,

 

Günler şu heyulayı da, er geç, silecektir.

 

Rahmetle anılmak,ebediyet budur amma,

 

Sessiz yaşadım,kim beni,nerden bilecektir?

 

                İlk ve orta tahsilini Fatih semtinin mekteplerinde tamamlayan Akif, geleceğini babasının görüşlerinden etkilenerek oluşturdu ve Mülkiye’ye kaydoldu. Üç yılın ardından Baytar Mektebi’ne kaydolan genç Mehmet Akif, bir taraftan hocası Rıfat Hüsamettin’in etkisiyle Pasteur’a hayranlık duymakta, diğer taraftan güreş tutarak bedeninin zindeliğini korumaktaydı. 1893’te mezun olmasının ardından, ilk eseri yedi beyitlik gazeli Servet-i Fünun’da yayınlandı. Dört yıl boyunca Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın çeşitli yerlerinde görev yaptı. Meşrutiyetin ilanından on gün sonra, o zamanlar gizli bir cemiyet olan daha sonra ise partileşecek İttihat ve Terakki’ye üye oldu. Derneğin yemini içerisinde yer alan kayıtsız ve şartsız itaat ibaresini “sadece iyi ve doğru olanlara” itaat edeceğini söyleyerek değiştirdi. Akif, 1908’de Darülfünun’da Edebiyat-ı Osmaniye dersleri vermeye başladı. Aynı yıl Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarı oldu. 1913’te kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nde halka konuşmalar yaparak aktif görev üstlendi. Teşkilat-ı Mahsusa’daki görevi nedeniyle Almanya’ya ve sonrasında İngiliz kışkırtmalarını önlemek amacıyla Arabistan’a gitti; buradaki görevi esnasında Çanakkale Zaferi'ni haber alan Akif coşkuyla "Çanakkale Destanı" şiirini kaleme aldı. Ülkeye döndükten sonra Milli Mücadele'ye destek vermeye devam etti. 24 Nisan 1920’de Mustafa Kemal’in davetlisi olarak Ankara’ya geldi. 12 Mart 1921 Cumartesi günü, 17.45’te İstiklal Marşı ulusal marş olarak kabul edildi; Akif beş yüz liralık ödülünü Dar’ül Mesai Vakfı'na bağışladı. 1926 yılında Mısır’a yerleşti ve burada Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi. 1936 yılında Mısır’dan İstanbul’a hasta olarak gelen Akif aynı yıl 27 Aralık’ta Hakk’ın rahmetine kavuştu.             

 

         22 ARALIK SARIKAMIŞ HAREKATI! SARIKAMIŞ'IN ÖNEMİ NEDİR?

 

                Bugün 22 Aralık 1914 Sarıkamış Harekatı'nın yıldönümü. 22 Aralık 1914'te Sarıkamış'ta ne oldu? Sarıkamış'ın önemi nedir? Sarıkamış'la ilgili bilmeniz gerekenler haberimizde.

Bugün 22 Aralık 1914 Sarıkamış Harekatı'nın yıldönümü. 22 Aralık 1914'te Sarıkamış'ta ne oldu? Sarıkamış'ın önemi nedir? I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya İmparatorluğu arasında Sarıkamış'ta gerçekleşen kara çatışmalarından olup Osmanlı İmparatorluğu için büyük bir başarısızlıkla sonuçlanan bir askerî girişimdir. Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığına göre Osmanlı zayiatları 60.000 ve Rus zayiatları 30.000'dir. Savaşın en hazin kısmı ise Osmanlı kayıplarının bir çoğunun Rus'lar ile yapılan çarpışmalarda değil de ağır soğuk hava koşulları yüzünden ölmesidir. Ruslar; Türklerden 200 subay, 7000 eri esir, 20 makineli tüfekle 30 topu ganimet olarak almışlardır. 5000 kişi civarında esir alınmıştır. Bunlar tahmine göre Kırımda domuz çiftliğinde çalıştırılarak ve aç bırakılarak ölmüşlerdir. Tarihçi-yazar Mehmet Niyazi, Sarıkamış harekâtındaki şehit sayısının tüm belgelerde toplamda 23.000 olduğunu, 90.000 rakamının 60.000 kayıp veren Rusların yalanı olduğunu kaydeder. 90.000 şehid verildiği iddiası ilk olarak Sarıkamış Harekâtı'ndan sekiz yıl sonra Binbaşı Şerif Bey'in yazdığı kitapta yer almaktadır.

 

SARIKAMIŞ HAREKATI'NIN SONUÇLARI

              Bugün 22 Aralık Sarıkamış Harekatı'nın yıldönümü. Savaştan sonra İstanbul'a dönen Enver Paşa uzun bir süre Sarıkamış hakkında herhangi bir haber, bildiri, veya yayın yapılmasını engelleyerek sansür uygulamış ve Osmanlı halkı savaşta olup bitenleri uzun yıllar sonra öğrenebilmiştir . Harbiye Nazırı Mirliva Enver Paşa ile düştüğü anlaşmazlık yüzünden Irak'a gönderilen ve orada Osmanlı 6. Ordusu komutanı olarak Britanya İmparatorluğu Mezopotamya Ordusunu bozguna uğratacak olan Osmanlı ve Alman Mareşali Goltz Paşa günlüğüne şöyle yazmıştı: "Kafkasya'da maalesef kendilerini Napolyon Bonapart zanneden ve cahil yetişen birçok adam var. Bunlar, ordularına güçleriyle bağdaşmayan görevler vermişler ve bu yüzden ordularını büyük zarara uğratmışlardır.

 

                Ermeni gönüllü tümenleri Rus kuvvetlerinin başarısında önemli etken olmuştur. Bunlar kritik zamanlarda Osmanlı haraketlerine meydan okudu: "Osmanlı'nın gecikmesi Sarıkamış etrafında yeterli kuvvet konsantre etmesi için Rus Kafkasya Ordusu'na zaman kazandırmıştır." Enver Paşa, Ermeniler'i suçladı ve bölgede Rusya ile aktif beraberlikte bulunduklarını söyledi. 1918 Mart ayında Brest-Litovsk Antlaşması ile Sarıkamış ve Kars geri alınmış, ama aynı yılın Ekim ayında Mondros Mütarekesi uyarınca eski sınırlara dönülmüş ve topraklar elden çıkmıştı.

TUTUM YATIRIM VE TÜRK MALLARI HAFTASI..12-18 ARALIK

 

Yerli Malı Haftası, 12-18 Aralık tarihleri arasında Türkiye'de tüm okullarda kutlanan belirli günler ve haftalardandır.

I. Dünya Savaşı sonrası oluşan ekonomik darboğazın ardından yabancı ülkelere para akışının önünün kesilmesi ve toplumsal tutum bilincinin oluşması amaçlanmıştır. Bu amaçla Atatürk başkanlığında, 1923 yılında İzmir İktisat Kongresi toplandı. Bu kongrede yurdun bağımsızlığının korunması, yerli mallar üretilmesi ve kullanılması kararlaştırıldı. Dönemin başbakanı İsmet İnönü 12 Aralık 1929 tarihinde TBMM’de bir konuşma yaptı. Konuşmasında ulusal ekonomi, yerli malı ve tutumlu olma konularını anlattı. 1946 yılından itibaren Yerli Malı Haftası olarak kutlandı. 1983 yılında adı Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası olarak değiştirildi.

Haftanın amacı, yerli tüketimin bilinçli olarak artmasıdır. Bu hafta süresince tutumlu olmanın, yatırım yapmanın ve ''yerli malı kullanmanın önemi'' vurgulanır. İnsanların parasını, malını, eşyalarını, zamanını ve sağlığını gerektirdiği gibi korumak ve dikkatli kullanmasına tutumlu olmak denir. İhtiyaçlara harcandıktan sonra artakalan para ile yatırım yapmanın önemi üzerinde durulur. Tüketilecek ürünlerin ülkede üretilen ürünlerden seçilmesinin gerekliliği anlatılır. Bu şekilde ülkenin zenginliklerinin artması amaçlanmaktadır. Ayrıca bilinçli tüketicilik konuları üzerinde durulur.

 

 YOKSULLARLA DAYANIŞMA HAFTASI..12-18 ARALIK

 

“Yoksullara Yardım Haftası” kutlanacak (12-18) Aralık tarihleri arasında.

Nutuklar atılacak, protokol toplantıları yapılacak, topluma bir takım mesajlar verilecek.

Bu vesileyle, bazıları şov yapacak, bazıları bu konuyu kendi gelecek hesabına sermaye yapmak için gündem oluşturmaya çalışacak, bazıları da bu haftanın muhtevasını fırsata dönüştürüp, sermayesine katkı sağlayacak.

Peki! Bu arada, yardıma muhtaç olanlar, bu haftadan istifade edecek mi?

Kendilerine hafta olarak tahsis edilen “Yoksullar”, bu haftada ne yapacak, bu hafta onlara nasıl yansıyacak?

Yoksulluk, insanlar için imtihan vesilesidir.

Çalıştığı halde, yoksulluk yaşayanlar ve buna sabredenler, Allah c.c . Tarafından sevilen kullardır.

Varlıklı olmak ne kadar sevinilen bir nimetse, yoksulluk da aynı derecede, hatta daha önemli bir nimettir.

Yoksulluğu nimet görebilmek, kâmil iman sahibi Müslümanın işidir.

Yoksullara yardımda, olayın ve sürecin gizliliği esastır.

Müslümanlar, yoksulluğun nimet olduğunu da, yoksula yardımın ibadet olduğunu da bilirler.

Bu tür gün ve haftaların tahsisi de, değerlendirme usulleri de, “Farkındalık” oluşturmak içindir.

Toplumsal bilincin oluşması ve gelişmesi amaç edinilir.

Bu haftada, sembolik bir kaç yoksula yardım edilir, protokol gereği konuşmalar yapılır, tribüne oynamak ve kendini tanıtmak isteyenler, hesaplarına katkıda bulunacağını düşünerek bunu kendisine gündeme dönüştürür, böylece hafta tamamlanır.

Haftaların kutlamasıyla, ilgililer tanınır, sorunlar anlaşılır, muhataplar bilinir, konu toplumun gündemine taşınır.

Elbette ki, her yapılan etkinliğin bir karşılığı oluşur, ancak istismar edenleri de vardır.

Toplumumuz, istismar edenle, hizmet edeni ayırmakta, şov yapana değil, hizmet edene teşekkür etmektedir.

 

Biz, böyle gün ve haftaları önemsiyoruz. Mademki ihdas edilmiş, bunu toplumun hizmet ve faydasına dönüştürmek için de üzerimize düşeni yaparız.

Gerek yaptığımız TV programlarında, gerek radyo programlarında ve gerekse gazete köşemizde konuyu gündeme getirip, bu konuda oluşturulması istenen bilinçlendirme sürecine katkı sağlayacağız.

Geçen hafta, tam da bu konuya örnek olacak önemli bir etkinlik yapıldı Atakum bölgesinde. Samsun Strateji Geliştirme Başkanı, 24. dönem AKP Samsun Milletvekili Aday Adayı Yakup GÜVEN’in mimarı olduğu bir faaliyet gerçekleştirildi. Almanya Köln’de hizmet veren, benim de başkanını tanıdığım, Umudum Ol Derneği, Yakup Güven kardeşimizin girişimleriyle, Atakum Belediyesi ve Atakum Kent Konseyi işbirliği ile 400 çocuğa Kaban giydirildi.

Bu önemli etkinlik, çok örnek bir işbirliği faaliyeti olarak hafızalarımızda yer aldı. Emeği geçen herkesi kutluyorum.

Yoksullara Yardım için hafta beklemeye gerek yoktur. Yoksullar, toplumun rahmet vesilesi,  varlıklılar için de berekettir, nimettir.

 

 

ŞEB-İ ARUS NE DEMEK?

 

Şeb-i Arus kelimesi “Düğün Gecesi” demektir. Mevlana ölüm gününü “Hakk’a vuslat” yani “Yaratana Kavuşma” (Düğün Günü-Gecesi) saymıştır, “Herkes ayrılıktan bahsetti, bense vuslattan” der. Ölüm Mevlana için kişinin aslına dönüşü, kaynağının ilahi bir cevher olması nedeniyle “Allah’a dönüş” olarak yorumlar. Bir başka ifadeyle ölüm “cismin ortadan kalkması değil, Allah’a doğru uçmasıdır”. Ölüm, Müslümanlık öncesi Türklerde de aynı şekilde ifade edilir.

 

2018 ŞEB-İ ARUS TÖRENLERİ

 

Hazreti Mevlana'nın 745'inci Vuslat Yıl Dönümü Uluslararası Anma Törenleri, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum'un da katıldığı "Selam Vakti" yürüyüşü ile başladı.

 

Törenler kapsamında ilk olarak, Bakan Kurum, Konya Valisi Cüneyit Orhan Toprak, Büyükşehir Belediye Başkanı Uğur İbrahim Altay, Kültür ve Turizm İl Müdürü Abdüssettar Yarar, Mevlana'nın 22'nci kuşaktan torunu Esin Çelebi Bayru, AK Parti İl Başkanı Hasan Angı ve protokol üyeleri ile vatandaşlar, Şems-i Tebrizi Türbesi'nde bir araya geldi.

 

Protokol üyeleri ile vatandaşlar daha sonra "Selam Vakti" temasıyla düzenlenen etkinlikler kapsamında Mevlana Meydanı'na kadar yürüdü. Bakan Kurum, burada gerçekleştirilen Nevbe Merasimi sırasında yanına gelen bir yaşlı kadına atkısını hediye etti.

 

Merasimin ardından Kurum ve beraberindekiler, Mevlana Müzesi'ni ziyaret ederek Mevlevi geleneği olan "Gülbang duası"nı dinledi. Burada ziyaretçilere tekke pilavı ikram edildi. Ardından Kurum, Mevlana Kültür Merkezi'ndeki "Sanat Ocağı Mevlevihane" sergisinin açılışını gerçekleştirdi.

 

Öğretileri ile tüm dünyada ilgi uyandıran düşünce adamı, mutasavvıf Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin vefatının 745'inci yılı dolayısıyla 7-17 Aralık tarihlerinde düzenlenecek törenler, Mevlana Kültür Merkezi'nde yapılacak etkinliklerle devam edecek.

 

Sema nedir?

 

Sema kelimesinin karşılığı dönmek değildir, Mevlevilikte dönmek tabiri yoktur; Mevleviler Sema eder. Sema, Mevlana’dan çok önceleri de İslam toplumlarında bilinmekte ve tasavvuf geleneği içerisinde yapılmaktaydı.

‘Sema’ kelimesi “gök, evren” anlamındadır. Mevlevilik’te ise ‘Sema’ kelimesi, “işitmek, evrenin sesini işitmek” anlamındadır. Yani, ilahi varlık olan Allah’ın yarattıklarının sesini duymak ve bu sese cevap vermektir. Sema hareketi sembolik olarak kainatın oluşumunu, insanın alemde dirilişini, Yüce Yaratıcı’ya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip “İnsan-ı Kamil” (insanın bilgi ile olgunlaşması) doğru yönelişini ifade eder. Tasavvuf müziği insan kalbinin atış ritminde yapılır ve bunu dinlerken duygulanarak Sema yapılır. Bunu Uzakdoğu felsefesinde “meditasyon”a benzetebilirsiniz. Mevlana zamanında belli bir düzen olmadan, dini ve tasavvuf coşkusu ile yapılan Sema, Mevlana’nın ölümünden sonra oğlu Veled Çelebi, Ulu Arif Çelebi, Emir Abid Çelebi ve Pir Adil Çelebi zamanına kadar tam bir disiplin içine alınmış, öğrenilir ve öğretilir olmuştur. Kaynaklar, Sema ayin ve sistematiğinin son şeklini Pir Adil Çelebi zamanında aldığını bildirir, yani bugün yapılan Sema 1460’lardan beri aynı şekilde gerçekleştirilmektedir.

 

Mevlana’nın müzik olmadan Sema yaptığı; hatta çarşıda, sokakta, camide de Sema yaptığı kaynaklarda anlatılmaktadır. Mevlana’nın ölümünden sonra halefi Hüsameddin Çelebi tarafından Cuma namazını müteakip, Kur’an okunduktan sonra toplu bir halde Sema yapılması bir gelenek haline getirildi. Bununla beraber belirli bir zaman ve mekana bağlı kalmaksızın Sema yapıldığı da bilinmektedir.

 

Sema töreni nedir?

 

Toplu veya tek başına yapılan Sema aynı amaç içindir. Toplu halde yapılan Sema’ya, “Sema Töreni” denir. Sema’nın düzenli olması için konulan kurallar bir törene, Arapçası “Mukabele”ye dönüşmesini sağlamıştır. Bu Sema töreni Mevleviler tarafından yapıldığı için “Mevlevi Mukabelesi” denir.

 

Semazen kimdir?

 

Sema eden canlara, kişilere Semazen denilmiştir. Mevlevi tarikatının kendi arasında – toplu Sema’sına katılanlar dervişler, yani tarikat öğrencileridir. Tarikat dışındaki kişiler de Sema yapar. Herkese açık yapılan toplu Sema törenlerinde tarikat dışındakiler de katılabilir.

 

Mutriban – Sazende – Saz Heyeti – Müzisyenler kimdir?

Aslında 4 kelimenin de anlamı aynı, müzik yapanlar anlamına gelir. Saz heyeti içerisinde derviş olmayan kişiler de bulunabilir. Önemli olan tasavvuf müziği makamlarını bilmek ve bunları seslendirme – saza getirme veya eser yazma konusunda becerinizin olması.

 

Semahane nedir?

Mevlevihanelerde Sema yapılması düzenlenmiş olan salonlardır. İçerideki her yere ve herkese aynı mesafede olması için semahaneler daire şeklindedir. Sema dışında, ders anlatılan sınıf olarak da kullanılmıştır.

 

Sema ile Semah aynı tören midir?

Birbirlerine benzerler ama aynı değildir. Her ikisi de dini törendir, yapılma amacı ve anlamı bakımından birbirine benzer. Uygulama ve tören kuralları birbirlerinden farklıdır.

 

Sema – Semai – Semavi kelimeleri aynı mı?

 

Arkadaşlar biz ansiklopedi değiliz, bunların cevaplarını kaynak kitaplarda detaylı bulabilirsiniz. Ama yine de kısaca açıklayalım:

Sema: Gök, evren demektir.

Semai ve Semavi aynı kelimedir, yazım farkı vardır. Gök ile ilgili, gökten gelen demektir.

 

Şeb-i Arus törenlerindeki Sema ile diğer günler yapılan toplu Sema arasında fark var mı?

Şeb-i Arus töreninde yapılan Sema ile diğer tarihlerde yapılan toplu Sema töreni arasında ana hatlarıyla fark yoktur. Sadece semazen ve müzisyen (mutrib) sayısı Şeb-i Arus töreninde daha fazladır.

 

Semahane, Semazen ve Mevlevi kıyafetleri; bazı eşyaların ve hareketlerin anlamları

Post: Kuzu veya ceylan derisinden yapılan post (diğer adıyla postniş), Hz. Muhammed ve Mevlana’nın makamını temsil eder. Semahane içinde, kapının tam karşısında yer alır. Diğer dervişlerin postlarıyla karıştırılmasın diye kırmızı renklidir.

Hatt-ı İstiva: Semahane kapısından, postun (makamın) olduğu yere giden manevi çizgidir.

Hatt-ı İstiva çizgisinin sağ tarafı: Bu dünyayı, canlıları temsil eden Dünyevi bölüm

Hatt-ı İstiva çizgisinin sol tarafı: Öbür dünyayı, ruhları temsil eden Ahiret bölümü

Baş semazen: Sema’ya katılacak ekibin sorumlusu.

Semazenbaşı: Sema’nın düzenli yapılması için görevlendirilen kıdemli derviş diyebiliriz.

Postnişin: Mevlevi tarikatının şeyhi yani Post’u (Makam’ı) temsil eden kişidir. Tarikat içinde zamanla kıdem alan ve çeşitli görevlerden sonra gelinen makam. Bu makam rütbe olarak değil, görev olarak görülür.

Postnişin başlığı: “Postnişin Sikke” denilir, keçeden yapılır, yaklaşık 40 cm. yükseklikte silindir şeklinde tepesi oval başlıktır. Keçe rengi kahverengidir, üzerinde “destar” denilen yeşil kuşak bulunur, kuşak 3 şerit olarak sarılır.

Derviş: Tarikat üyesi.

Semazen kıyafetleri, başlık: Sikke adı verilir. Keçeden yapılır, 45-40 cm. yükseklikte silindirik külah şeklindedir, tepesi düzdür, kahverengidir. Tasavvuf anlamı “mezar taşı”

Semazen kıyafetleri, elbise (gömlek, yelek, kuşak, pantolon içlik): Semazenin tüm kıyafetleri beyaz renklidir. Elbiseye “Tennure” adı verilir, beyazdır, pamuklu kumaştan yapılır, tören kıyafetidir, tasavvuf anlamı “kefen”.

Semazen kıyafetleri, mes: Günümüz karşılığı patik, tabanı yumuşak ayakkabı. Kuzu derisinden yapılır, siyah renklidir. Tasavvuf karşılığı yoktur.

Semazen kıyafetleri, hırka: Tennure üzerine palto olarak giyilir, ayak bileğine kadar uzundur. Siyah veya kahverengidir. Tasavvuf anlamı “mezarı örten toprak”

Hırka ve Post öpmek: Oturdukları Post bu dünyayı, hayatı; sırtlarına aldıkları hırka öbür dünyayı, ölümü simgelemekte. Hayata ve ölüme duyulan saygıdan dolayı semazen yaşadığı için Post, öleceği için Hırka’yı öper.

Sikke üzerindeki beyaz şerit: Mevlevi tarikati üyesi olmayan ama Mevlevi dergahlarında (okul) ders veren öğretmenler vardı. Bu kişiler mevlevi sikkesi veya sarık takabilirdi. Öğretmenlerin sikkelerinin üzerine görevlerinin anlaşılabilmesi için beyaz kumaş şeritler sarılırdı.

Selam: Kolların açık halde semahane’de yapılan tören

 

Sema töreninde semazenlerin hareketlerinin anlamları

Semazen kolları çapraz olarak durmasının anlamı nedir?

Sema’ya kalkmadan önce, Postnişin’den onay beklerken kolları kapalı, sol ayağı sağ ayağının üzerinde bekler. Bu görüntüsüyle “Elif” harfine (Arapça “A” harfi) ve “1” rakamına benzer. Tasavvuf anlamı, Allah’ın tekliğini göstermektir.

 

Semazenin Sema yaparken kollarını ve ellerini açmasının anlamı nedir?

Sema yaparken kollarını iki yana açar. Sağ eli yukarıya, sol eli aşağıya dönüktür. Bu hareket Hakk’tan alıp, halka dağıtmak anlamındadır.

 

Bu hareketi biraz açıklamak gerekiyor; dervişler dünyevi hayatla olabildiğince az ilgilendiğine ve Hakk’tan maddi birşey almadığına göre halka dağıtabileceği şey dünyevi – maddi olamaz. Dervişin ilgi konusu ilahi varlığı anlamaya çalışmak olduğuna göre Hakk’tan alabileceği şey sadece bilgi olabilir. Dolayısıyla bu hareketin tasavvuf anlamı, dervişin sağ eliyle Hakk’tan aldığı bilgiyi sol eliyle halka dağıtmasıdır.

 

Dervişin kollarının çok yukarıda veya aşağıda olmasının, dirseklerden kıvrık olmasının, başının yatık veya dik olmasının kendi başına bir anlamı yoktur. Ama genel olarak başın dik, kolların iki yana tam açık ve ellerin dengeli bir şekilde yukarı – aşağı dönük olması simetri kaygısından dolayı beklenti oluşturur. Görsel dünyadan kurtulun, herşeyi kutsallaştırmaktan ve hurafeden (saçma hareketler) uzaklaşın. Zihninizi ve aklınızı Sema’nın içsel yükseliş aşaması olan “ölmeden ölmek” fikrini düşünün.

 

Sema töreni (Mevlevi Mukabelesi) nasıl yapılır?

 

Baş semazen Semahaneden içeriye girer, meydana selam verir, meydanın sağ tarafından gidip Post’u yere serer. Post’un başında İhlas suresini 3 kere, Fatiha suresini 1 kere okur. Başta Peygamber Efendimiz ve tüm Peygamberler, Cihar-i Yar-i Güzin, Sahabe-i Kiram, tüm Pirler, Hz. Mevlana, geçmiş üstatlar ve tüm Ümmet-i Muhammed’e bağışlama (dua) yapılır. Daha sonra meydanın sol tarafından devam ederek meydandan çıkar.

                     

                                        DÜNYA KADIN HAKLARI GÜNÜ

 

                5 Aralık 1934 tarihinde “Kadınlara Milletvekili Seçme ve Seçilme Hakkı” veren yasanın kabulü ile her yıl “Kadın Hakları Günü” olarak kutlanmaktadır.

Osmanlı Devleti döneminde, toplum hayatındaki rollerini kaybeden Türk kadını, Tanzimat'la birlikte gelişen özgürleşme ve eğitim talepleriyle değişmeye başlamış, Tanzimat Dönemi yazarlarının da, bu taleplerin artması ve ses getirmesinde önemli payı olmuştur. Özellikle 19. yüzyılın sonlarına doğru önemli bir çıkış olarak "Hanımlara Mahsus Gazete" üzerinde durmak gerekir. Kadın yazarların önemli katkıları olarak çıkan bu gazeteye ek olarak birçok entelektüel erkek de kadın özgürleşmesinin gereği üzerinde durmuşlardır. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Halit Ziya Uşaklıgil, Namık Kemal önemli isimlerdir. Kadınlara yönelik yazı ve dergiler de sayıca artmış, okur kitlesi genişlemiştir.

 

Atatürk'ün Türk Kadınına Verdiği Önem

Atatürk'ün Türk toplumunu yüceltme çabaları doğrultusunda, gelenekçi tutumu ortadan kaldırarak yenileşme arayışı içinde, çağın gereğine uygun kurumları, örgütleri yerleştirmek çabasıyla yaptığı inkılaplar, yeni neslin bu çizgide yetişmesi amacını taşıyordu. Bu nesil Türkiye Cumhuriyetini geleceğe taşıyacaktı. Nitekim Atatürk yeni neslin yetişmesi ve eğitiminde birincil rol oynayan Türk toplumunun temeli kabul ettiği aileye ve ailenin de direği olarak gördüğü Türk kadınına çok büyük önem vermiştir. Özellikle hukuk alanında kadınlara geniş haklar tanımıştır. Atatürk, 1923 yılında "...şuna inanmak lazımdır ki dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir" ya da ''...toplumun başarısızlığının asıl sebebi kadınlara karşı olan bilgisizlikten ileri gelir, bir toplumun bir organı faaliyette iken diğer bir organı işlemez ise o toplum felç olur" derken bu yaklaşımını dile getirmektedir. Bu hedef için önemli bir başlangıç olarak 1924 yılında yürürlüğe konulan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim merkezileştirilmiş, aynı zamanda kızlarımıza ilkokul, ortaokul ve yüksekokul öğreniminin kapıları açılmıştır. Bunun anlamı cinsiyet ayrımı gözetilmeden eğitimde eşitlik olanağının yaratılmasıdır.

 

Avrupa Kadınından Önce Türk Kadını

5 Aralık 1934 tarihinde de Türk kadını seçme ve seçilme hakkına sahip olmuştur. Anayasada bu madde yer alırken Atatürk, kadınların haklarını salahiyet ve liyakatle kullanmaları gerektiğini de vurgulamıştır. Türk kadınları pek çok Avrupa kadınından çok önce bu hakka sahip olmuştur. 5 Aralık 1934 günü dünyada kadınların yasal olarak milletvekili seçme ve seçilme hakkına sahip olduğu ülke sayısı 28, bu hakkın kullanıldığı ülke sayısı ise sadece 17 idi. Kadınlar seçme/seçilme hakkına Fransa'da 1944, İtalya'da 1945, Yunanistan'da 1952, Belçika'da 1960 ve İsviçre'de 1971 yılında kavuştular.

    3 ARALIK DÜNYA ENGELLİLER GÜNÜ NEDİR? NEREDEN GELİYOR? NE ZAMAN İLAN EDİLDİ?

Engelli insanların sorunlarına dikkat çekmek ve onları daha iyi anlayabilmek amacı ile belirlenmiş DÜNYA ENGELLİLER GÜNÜ nedir, nereden geliyor, ne zaman edildi?

 

Birleşmiş Milletler’in 1992 yılında almış olduğu karar sonrası “Uluslararası Engelliler Günü” olarak ilan edilen 3 Aralık, o gün itibariyle tüm dünyada engelli insanların sorunlarına dikkat çekmek ve onları daha iyi anlayabilmek amacı ile belirlenmiş bir gün.

 

Bu önemli gün, engelli insanları anlayabilmek açısından oldukça büyük öneme sahip. Çünkü gündelik hayatta karşılaştıkları sorunlar sadece engellilerin değil, hepimizin sorunudur.

 

Bugün gerek sosyal yaşamda gerekse iş yaşamında kendilerine çok zor yer bulan ve yaşamın birçok alanında çeşitli “engeller” ile karşılaşan engelli insanlarımızın farkına varmak ve onlarla birlikte yaşadığımızı unutmamamız gerekiyor. Bu nedenle, fiziksel, ruhsal ve sosyal açıdan tam iyi olma hali olarak tanımlanan sağlığın korunması ve geliştirilmesi için çaba sarf edilmelidir.

 

3 Aralık’ın Dünya Engelliler Günü olarak kutlanması elbette ki çok önemli, ancak engelli vatandaşlarımızı sadece yılda bir gün hatırlamak ve sonrasında unutmak doğru bir yaklaşım değildir. Engelli vatandaşlarımız için, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kamu otoritelerince alınacak önlemlerin, tedbirlerin ve yapılacak organizasyonların, sivil toplum örgütlerini de içine alacak biçimde daha da yaygınlaştırılmasını ve somut adımların atılması gerekmektedir.

   1 ARALIK DÜNYA AIDS GÜNÜ

 

HIV Enfeksiyonu 1980’li yıllardan beri tüm dünyada görülmektedir. Bulaşma yolu ise en sık korunmasız cinsel temas, ikinci olarak ise damar içi madde kullananların ortak paylaştığı enjektörler ile olmaktadır.

 

HIV Enfeksiyonu, tüm yaş gruplarında görülebilmektedir. Hastalığın kesin tedavisi bulunmamakla birlikte uygulanan ilaç tedavileri ile HIV/AIDS hastalığından ölümler azalmaktadır. Bununla birlikte uygulanan ilaç tedavisi bulaşıcılığı da engellemekte, HIV(+) anne ve babadan, HIV(-) bebek doğabilmektedir. Ancak hastalığın aşısı bulunmamaktadır.

 

Önlenebilir bir hastalık olan HIV /AIDS ile mücadelenin en etkili yolu, korunma önlemlerini uygulamaktır. Tek eşliliğin yanı sıra, riskli cinsel temasta doğru kondom kullanımı, hastalığın cinsel yolla bulaşmasına karşı en güvenli ve basit korunma yollarıdır.

 

Birleşmiş Milletler HIV/AIDS Ortak Programı UNAIDS 2013 yılı raporuna göre; dünyada 2012 yılı içinde yaklaşık 2,3 milyon kişinin HIV’e yakalandığı, 35,3 milyon HIV taşıyıcısının bulunduğu ve 1,6 milyon kişinin AIDSnedeni ile öldüğü tahmin edilmektedir.

 

Ülkemizde de HIV/AIDS hastalığı konusundaki farkındalığın ve test imkânlarının artması ile birlikte, tanı alan HIV/AIDS vaka sayısında göreceli bir artış görülmektedir. Ancak Türkiye hala dünyada HIV/AIDS açısından hastalığın az sıklıkta görüldüğü ülkeler arasında değerlendirilmektedir.

 

Bakanlığımıza 1985’den 2013 yılı Kasım ayına kadar toplam 7050 HIV(+) kişi bildirimi yapılmıştır. Vakaların yaklaşık %73’ünü erkekler oluşturmaktadır. Enfeksiyondan en fazla etkilenenler 40-49 yaş arasındaki kişilerdir. Ülkemizde bildirimi yapılan HIV(+) vakaların yaklaşık %17’si yabancı uyrukludur. Ülkemizde bulaşma en sık cinsel yolla olmaktadır.

 

Bireylerin ayırımcılık ve damgalanmaya uğramalarına engel olmak üzere, birimlerimiz tarafından yapılan bildirimler kodlu bir şekilde yapılmaktadır. Kişilerin bilgileri üçüncü kişiler ile kesinlikle paylaşılmamaktadır.

 

Ülkemizde HIV ile enfekte kişilerin tedavileri, sosyal güvence kapsamında karşılanmaktadır. Sağlık sigorta kapsamında olmayan HIV/AIDS hastalarına sosyal durumları uygunsa yeşil kart sağlanmaktadır.

 

AİDS

 

Türkçesi edinsel bağışıklık yetmezliği sendromu olan AİDS, HIV adındaki mikrobun neden olduğu, kan yoluyla ve cinsel ilişki sırasında bulaşan bir hastalıktır. Bu virüs, vücuda girdiğinde hastalığa karşı direnç göstermemizi sağlayan bağışıklık sistemimizi yok eder. Böylece başka hastalıklara yakalanmamız çok kolaylaşır ve en basit bir soğuk algınlığına bile direnç gösteremeyiz. Hem kadında hem erkekte görülen AİDS, her yaşta ortaya çıkabilir.

 

Fakat bu virüs, vücuda girdikten hemen sonra hastalık görülmez. Ayrıca, bu virüsün vücutta bulunduğunu gösteren herhangi bir şikayet ya da bulgu da yoktur. Ancak yapılan kan tetkikleri sonucu farkedilir. Yaklaşık 10-12 yıl sonra belirtiler görülmeye başlar. Bu zamana kadar kişi, mikrobu başkalarına bulaştırabilir. Ayrıca şunu bilmek gerekir ki, AİDS hastaları için "ölüm" kaçınılmaz bir sondur.

 

İlk olarak ABD'de ortaya çıkan bu hastalık, ülkemizde 1985 yılından itibaren görülmeye başlanmıştır. Ülkemizde, Sağlık Bakanlığının verilerine göre, 1300'e yakın hastanın olduğu saptanmıştır. En çok; İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya ve Bursa gibi büyük ve turistik yerlerde görülmektedir. Bunun en büyük sebebi de korunmasız cinsel ilişkidir. Hastalığa yakalananların yaklaşık üçte biri kadındır. Ülkemizde heteroseksüel erkeklerde çok görülse de homoseksüel ve biseksüel erkekler, madde bağımlısı kişiler ve hemofili hastalarında da bir hayli fazla görülür. Bir grup hastada ise hastalığın nedeni bilinmemektedir.

 

AİDS NASIL BULAŞIR?

 

AİDS'in üç tane bulaşma yolu vardır:

 

Kanında bu virüsü taşıyan biriyle normal ya da anal ve oral cinsel ilişkiye girilmesi sonucu, özellikle korunmasız bir şekilde cinsel ilişkinin gerçekleşmesiyle HIV virüsü sağlıklı kişiye bulaşır.

 

Hamile ve HIV virüsünü taşıyan anneden bebeğe, gebelikte veya doğumda bulaşabilmektedir.

 

AİDS'li ya da HIV virüsüne sahip kişilerin kanlarına temas sonucu ya da organ nakliyle hastalık ya da virüs bulaşır.

 

AİDS'İN BELİRTİLERİ

 

AİDS'in virüs bulaştıktan yaklaşık 10 yıl sonra ortaya çıktığını söylemiştik. Vücuda giren virüs, kan hücrelerine zarar verir ve yok olmasına neden olur. Bu hücreler yok olmaya başladığında vücudun savunma mekanizması gittikçe azalır ve hastalığa yakalanma ihtimali çok artar.

 

Ateşin yükselmesi, iştahsızlık ve kilo kaybı, vücudun bazı bölgelerinde oluşan uçuk ya da yaralar, akciğer hastalıkları, geceleri terleme, ishal, öksürük ortaya çıkar. Lenf bezleri büyümüştür. Bunların hepsinin olması gerekmez. Bir kaçının bulunması hastalığın düşünülmesi için yeterlidir.

 

AİDS TANISI NASIL KONUR?

 

Eğer vücutta enfeksiyon varsa, ELİSA testi virüsün varlığını tespit etmek için en etkili yöntemdir. Bu testle virüs varlığı saptanmışsa başka testler de yapılması gerekir. Tek başına yeterli değildir. Kesin tanı için anti-hiv testleri yapılır. Ayrıca ELİSA testi negatif çıksa bile 6 ay sona yeniden yapılması gerekir.

 

AİDS TEDAVİSİ

 

Her ne kadar tıpta gelişmeler devam da etse, AİDS'in henüz tedavisi yoktur. Ayrıca bu virüsten koruyacak herhangi bir aşı da geliştirilememiştir. Yine de birkaç ilacın bir arada kullanılması hastanın biraz daha uzun ve rahat yaşam sürmesine yardımcı olmaktadır. Hayat boyu tedavi gerektirir ve hastanın dikkatli bir yaşam sürmesi gerekir. Günümüzde AİDS için kullanılan ilaçlar çok pahalıdır.

 

AİDSTEN KORUNMANIN YOLLARI

 

Cinsel ilişki sırasında mutlaka korunmak gerekir. Herkes bu hastalığa yakalanabildiğinden, mutlaka koruyucu kılıf kullanılmalıdır. Her ne kadar böyle birşeye ihtimal vermiyor da olsanız prezervatif kullanımı çok önemlidir. Güvenli bir cinsel yaşamın gerektirdiklerine mutlaka uymanız gerekmektedir. Bunun için doktorunuzdan çok daha fazla bilgi alabilirsiniz.

 

Bir diğer bulaşma yolu, kan nakli olduğundan, AİDS testi yapılmamış kan asla kullanılmamalıdır. Bu durumda sağlık personeline de çok büyük görev düşmektedir. Kullanılmış ve sterilize edilmemiş cerrahi aletler, şırıngalar, jiletler kesinlikle kullanılmamalıdır. Vücudunuzda bir yara oluştuğunda mutlaka koruyucu bir bantla bunu kapatın.

 

AİDS HAKKINDA BİLİNMESİ GEREKENLER

 

Aynı tabaktan yemek yemekle, aynı yemek aletlerini kullanmakla bu virüs bulaşmamaktadır. Yanaktan öpüşme, öksürük, ter, sarılma HIV bulaşmaz. Ayrıca bir böceğin sokmasıyla bu hastalığın bulaşmadığı ispatlanmıştır. Yine toplumun bir arada olduğu, kalabalık yerlerde bulunmakla bu virüs bulaşmamaktadır.

 

Bu virüsü taşıyanların ve AİDS hastalarının bunları bilmesi, hastalık hakkında yanlış bilgilerin önlenmesinde ve topluma bu virüsün yayılmasını engellemede yardımcı olacaktır.

 

Zonguldak İl Sağlık Müdürü Ertuğrul Güner

 

"1 Aralık Dünya AIDS Günü" nedeniyle mesaj yayımladı.

 

Güner, yaptığı yazılı açıklamada, HIV virüsünü taşıyan kişiye "HIV pozitif" denildiğini anımsattı.

 

HIV virüsü taşıyan kişilerin henüz hastalığın klinik bulgularını taşımadığını belirten Güner, şunları kaydetti:

 

"Klinik bulguların ortaya çıkması ile artık kişi AIDS hastası olarak kabul edilir. Kavram bütünlüğü sağlamak açısından yaygın olarak HIV/AIDS birleşik terimi kullanılır. Vücudunda HİV virüsü olan herkeste AIDS'e ait hastalık belirtileri görülmeyebilir. Hatta bu belirtisiz süre 15 yıl gibi uzun bir zaman olabilir ve kişi kendini iyi hissedebilir. Ancak mikrobu alan kişi, belirtisi olmasa bile başkalarına bulaştırabilir.

 

AIDS hastası hamilelerin bebekleri de risk altında

 

HIV virüsü kan, organ, doku nakli ile, sterilize edilmemiş (mikroptan arındırılmamış) iğne, enjektör gibi aletlerin ortak kullanılmasıyla da bulaşabilmektedir. Ayrıca jilet, tırnak makası gibi vücutta küçük çaplı kanamalara neden olabilen kişisel eşyaların ortak kullanımından kaçınılmalı. Dövme yapmakta ve kulak deldirmekte kullanılan kanamaya neden olacak aletlerin sterilize edilerek kullanılmasına özen gösterilmelidir. HIV pozitif anneden, gebelikte, doğumda ya da doğumdan sonra emzirme yoluyla bebeğine bulaşabilir."

 

AIDS hastalığının başlıca belirtilerinin, lenf bezlerinde büyüme, ağız ve deride tekrarlayan uçuk, yara ve lekeler, nedeni bilinmeyen uzun süreli ateş, gece terlemeleri, kilo kaybı, ishal, öksürük ve fırsatçı bazı enfeksiyon hastalıklarının ortaya çıkması olduğuna dikkati çeken Ertuğrul Günüer, açıklamasında, şu ifadelere yer verdi:

 

Korunmasız ilişki HIV'in yaygın bulaşma yolu

 

"HIV organizma dışında yaşayamayan, dış ortama dayanıksız bir virüstür. HIV pozitif veya AIDS hastalığı olan bir kişinin kullandığı tabak, bardak, çatal, giysiler, havlular, tuvalet, banyo ve yüzme havuzlarının ortak kullanımı, dokunma, sarılma, el sıkışma ile virüs bulaşması söz konusu değildir. Egemen bulaşma yolu salgının başlangıcından bu yana korunmasız cinsel ilişkidir.

 

Sembol kırmızı kurdele

 

Cinsel temasla bulaşmayı önlemek için sadakatin korunduğu evlilik, tek eşlilik, emniyetli cinsel ilişki için kondom kullanılması gereklidir. Başka biriyle ortak enjektör kullanılmamalıdır. Kan verirken ya da alırken, dişçi koltuğunda ve kuaförde kullanılacak aletlerin sterilizasyonundan emin olunmalıdır.Bu hastalık hakkında farkındalık oluşturmak, toplumun bilinçlenmesini sağlamak amacıyla 1 Aralık tarihi tüm dünyada 'Dünya Aids Günü' olarak ilan edilmiştir. AIDS'e karşı farkındalığın uluslararası sembolü kırmızı kurdeledir. "

 

HIV / AIDS Nedir?

 

İnsan İmmün Yetmezlik Virüsü veya daha bilinen adıyla HIV, bağışıklık sistem hücrelerini hedef alarak enfeksiyon oluşturan ve enfeksiyonun ilerlemesi durumunda Edinilmiş İmmün Yetmezlik Sendromuna (AIDS) neden olabilen bir virüstür.

 

HIV; cinsel yolla, kan ve kan ürünleriyle veya anneden bebeğe bulaşmaktadır. HIV, enfeksiyonlara karşı savaşan bağışıklık sistemi hücrelerine saldırır. Bu hücrelerin kaybı bedenin enfeksiyonlara ve belirli kanser türlerine karşı savunmasız kalmasına neden olur. HIV enfeksiyonu öncesi kendiliğinden iyileşen veya tedavi edilebilen hastalıklar, savunma gücü yetersiz kaldığı için tedavi edilemez hale gelebilmektedir.

 

HIV enfeksiyonu ne kadar yaygındır?

 

80’li yıllarla beraber artışa geçen ve salgınlara yol açan HIV’in; geçmişten günümüze toplam 76 milyon kişinin enfeksiyonuna, 35 milyon kişinin AIDS’e bağlı hastalıklar nedeniyle ölümüne yol açtığı tahmin edilmektedir. 2016 yılı itibariyle dünya üzerinde 36 milyon HIV (+) hasta yaşamaktadır. Bu sayının 2 milyonunun 15 yaş altı çocuklardan oluştuğu bilinmektedir. 2016 yılı içerisinde dünya çapında 1.8 milyon yeni teşhis HIV (+) vakası mevcuttur. Türkiye’de ise 2016 yılına kadar doğrulaması yapılmış 13.518 HIV (+), 1.537 AIDS vakası bildirilmiştir. Sadece 2016 yılı içerisinde 2.470 yeni tanı almış hasta mevcuttur.

 

HIV (+) ne anlama gelmektedir?

 

Özel test metodlarıyla yapılan değerlendirme sonuçlarına göre kişinin HIV ile enfekte olduğu anlamına gelir. Tedavi olunmadığı durumlarda, HIV bağışıklık sistemini tamamen yokedebilir ve enfeksiyon AIDS safhasına geçebilir.

 

HIV nasıl bulaşır?

 

HIV, HIV ile enfekte olmuş bir bireyin vücut sıvılarına temas edilmesi yoluyla bulaşır. Virüs, enfeksiyonun her aşamasında hatta enfekte olmuş; ama hiçbir şikayeti bulunmayan kişilerden de bulaşabilmektedir.

 

Kan

Semen (meni, ersuyu)

Pre-seminal sıvılar (meni gelmeden önceki berrak sıvı)

Vajinal sıvılar

Makat sıvıları

Anne sütü

HIV’in hamilelik sürecinde, doğum esnasında ya da emzirme döneminde kan ve diğer sıvılar yoluyla anneden-bebeğe geçişi virüsün bulaşma yollarındandır.

HIV’den nasıl korunulur?

HIV’in bulaşmasından korunmak için, cinsel ilişki boyunca doğru ve düzenli bir biçimde kondom (prezervatif/kılıf/kaput) kullanmak, cinsel partnerlerin sayısını sınırlamak ve ilaç enjeksiyon ekipmalarını asla paylaşmamak gerekmektedir.

 

Anneden çocuğa HIV bulaşması HIV’in çocuklara bulaşmasının en yaygın yoludur. Hamilelik sürecinde kadınlara ve doğumdan sonra bebeklere verilen HIV ilaçları, anneden çocuğa bulaşma riskini azaltmaktadır.

 

HIV, HIV (+) insanlarla tokalaşarak veya onlara sarılarak, HIV (+) bireylerin kullandıkları tabakları, klozet kapakları veya kapı kolu gibi eşyalarına dokunarak da bulaşmaz. HIV, hava yoluyla, kene, sivrisinek ya da diğer böcek ısırıklarıyla da bulaşmamaktadır.

 

HIV(+) bireylerde belirtiler nelerdir?

 

Kişinin HIV ile karşılaşmasından iki ila dört hafta içerisinde ateş, üşüme, ciltte döküntü ve grip benzeri semptomlar görülebilir. Belirtiler enfeksiyondan sonra birkaç hafta boyunca devam edebilir.

HIV enfeksiyonunun en erken evresi sonrası, HIV çok düşük seviyelerde artmaya devam etmektedir, bu yüzden kronik ishal, hızlı kilo kaybı ve fırsatçı enfeksiyonlar gibi daha ciddi belirtiler yıllarca görülmeyebilir. (Fırsatçı enfeksiyonlar, bağışıklık sistemi zayıflması sonrasında, sağlıklı bağışıklık sistemine sahip insanlardan daha sık veya daha ciddi olarak görülen enfeksiyonlar ve enfeksiyona bağlı kanser türleridir.)Tedavi edilmediği takdirde HIV, genellikle 10 yıl veya daha uzun bir süre sonrasında AIDS’e ilerlemektedir. Bu süre bazı bireylerde daha kısa olabilmektedir.

 

AIDS’te belirtiler nelerdir?

HIV(+) bir kişinin tedavisizlik dönemi sonucunda AIDS olup olmadığını değerlendirmek üzere bazı kriterler mevcuttur.

 

Sağlıklı bir insanda bağışıklık sisteminin durumunu gösteren CD4 hücre sayısı milimetreküpte 500 ila 1,600 hücre arasında değişiklik göstermektedir. Bu seviyenin 200 hücre’den az olması,

Bağışıklık sisteminde önemli rol oynayan CD4+ T hücrelerinin lenfosit olarak adlandırılan diğer bağışıklık sistemi elemanlarına oranının %14 ün altına düşmesi,

Bakteri, parazit, mantar ve virüsler bağlı fırsatçı enfeksiyonların görülmesi,

 

AIDS hastalarında görülen ve tanı koydurucu durumlardır. Bu belirtilere dil üzerinde beyaz tabakalaşma, boğaz ağrısı, baş ağrısı, kuru öksürük, nefes darlığı, ağız, burun, makat veya vajinadan kanama olması, ellerde veya ayaklarda hissizlik, ishal, ateş, gece terlemeleri, kontrolsüz kilo kaybı gibi durumlar eşlik edebilir.

 

HIV/AIDS ile beraber görülen klinik durumlar nelerdir?

 

Dünya Sağlık Örgütü’nün HIV ve AIDS klinik sınıflandırması, hastalığın klinik evreleri ve eşlik eden klinik durumlar ile/ belirtilerin değerlendirilmesiyle yapılmaktadır. Bir bireye HIV bulaşmasını takip eden dönemde meydana gelen enfeksiyon ve devamında hastalığın ilerlemiş 4 klinik evresi olmak üzere toplam 5 evre mevcuttur.

HIV enfeksiyonu, erken dönemde sıklıkla belirti vermeden veya “viral sendrom” adı verilen bir tıbbidurumla seyretmektedir.

 

Klinik evre 1’de bireylerde belirti olmayabilir veya süreklilik gösteren yaygın lenf bezi şişkinliği görülebilir

Klinik evre 2’de açıklanamayan kilo kaybı, tekrarlayan solunum yolu enfeksiyonları, uçuk, ağız içinde yaralar, tırnaklarda mantar enfeksiyonlarına rastlanmaktadır.

Klinik evre 3’te açıklanamayan şiddetli kilo kaybı, açıklanamayan uzun süreli ishal ve ateş, ağızda kandida (bir tür mantar) enfeksiyonu, akciğer tüberkülozu (verem), açıklanamayan anemi (kansızlık), şiddetli bakteriyel enfeksiyonlar, kronik trombositopeni (kanın pıhtılaşmasını sağlayan hücrelerin azlığı) görülmektedir

Son klinik evre olan 4’te bakteri, parazit, mantar ve virüs kaynaklı fırsatçı enfeksiyonlar ve sistemik enfeksiyonlar HIV/AIDS ile beraber görülürler ve bunlar hastalığın sınıflandırılmasında da kullanılmakta olan klinik durumlardır.

HIV/AIDS teşhisi nasıl konur?

Kan tetkikleri HIV teşhisi için en yaygın test yöntemidir. Bu tetkiklerin temelinde enfekte kişinin kanında virüse karşı oluşturulmuş antikor adı verilen yapıların tespiti bulunmaktadır. HIV’de erken test ve teşhis hayati bir yere sahiptir. Erken teşhis ve ardından doktor gözetiminde kullanılacak olan tedavi ile hastalığın kontrol altına alınması, başkalarına bulaştırılmasının önlenmesi açısından çok önemlidir. Vücudun virüse karşı oluşturacağı antikorların (savaşçı hücreler) 6 haftadan 6 aya kadar bir süre içerisinde oluşmaya başlaması nedeniyle risk altında olduğu düşünülen hastalar takip edilmelidir.

HIV/AIDS teşhisinde,

 

Elisa

Salgı Testi

Virüs Yükü Testi

Western Blot testi yer almaktadır.

HIV’e karşı oluşturulmuş antikorlardaki enzim aktivitesini ölçerek enfeksiyonu tespit eden Elisa testi, teşhiste öncelikle kullanılmakta olan yöntemdir. Elisa testi pozitif olan bir bireyin Western Blot testiyle HIV teşhisi teyit edilmelidir. Elisa testi negatif olan bir bireyde ise HIV enfeksiyonu düşünülüyorsa bir ila üç ay içerisinde test tekrarlanmalıdır. Tükürük testi, kulak temizleme çubuğuna benzer pamuk bir materyalle, yanağın içerisinden sürüntü örneği alınıp, yetkin bir laboratuvar aracılığıyla test edilmesiyle gerçekleştirilir. Virüs yükü testi, genellikle tedavi durum takibi ve HIV enfeksiyonunun erken teşhisi amacıyla kandaki virüs miktarını ölçümleyen yöntemdir. Western Blot, Elisa testi sonrasında teşhisin kesinleştirilmesi amacıyla yapılan doğrulama testidir.

 

Kimler HIV/AIDS testi yaptırmalıdır?

 

Korunmasız cinsel ilişki hikayesi olan,

- Damar içi ilaç bağımlılığı ve ortak enjektör kullanımı olan,

- HIV (+) kişinin partneri olan,

- HIV görülme sıklığının yüksek olduğu ülkede doğmuş ya da yaşamış olan,

- Yüksek görülme sıklığı olan bölgelere seyahat etmiş ya da orada yaşamış olan,

- Gebeler (en erken dönemde),

- Cinsel saldırıya maruz kalanlar,

- Evlilik öncesi (gönüllülük esasına dayalı),

- Tüberküloz (verem), cinsel yolla bulaşan enfeksiyon tanısı almış olan kişiler kontrol amacıyla hekime başvurmalıdırlar.

 

HIV nasıl tedavi edilir?

 

HIV enfeksiyonun tedavisinde virüsün çoğalmasını kontrol eden, antiretroviral tedavi (ART) olarak adlandırılan ilaçlar kullanılmaktadır. ART, HIV’in çoğalmasını önler ve vücuttaki virüs miktarını azaltır. Vücutta daha az virüs yükünün bulunması bağışıklık sisteminin etkinliğinin kuvvetlenmesini ve hastalığın AIDS’e ilerleyişinin önlenmesini sağlar. HIV (+) olan bireylerin mümkün olan en kısa sürede tedaviye başlamaları gerekmektedir.

 

HIV (+) kadınlarda gebelik

 

Gebe olan veya gebe kalmayı planlayan bir kadın; gebelikte, doğumda veya emzirme döneminde bebeğe bulaşma ihtimali olması dolayısıyla HIV enfeksiyonu açısından test edilmelidir. Antiretroviraller adı verilen HIV ilaçlarının kullanılması, enfeksiyonun anneden çocuğa geçişini önleyebilmektedir. Tedaviye ne kadar erken başlanırsa, bulaşma o kadar etkili şekilde önlemektedir. Bununla beraber HIV (+) bir annenin tedavisinin, doğum döneminde veya doğum sonrasında dahi mümkün olan en erken zamanda başlanmasının bulaşıcılığı önlemede büyük önemi vardır.

 

Antiretroviral tedaviye uyumun önemi nedir?

 

Antiretroviral tedavi, HIV (+) bireylerin daha uzun ve sağlıklı yaşamalarına yardım eden ve yaşam boyu süren bir tedavidir. Ancak antiretroviral tedavinin etkili olması; ilaç uyumuna, ilaçların her gün ve belirtilen şekilde kullanımına bağlıdır. HIV tedavi rejimine uyum, virüsün çoğalmasını ve bağışıklık sisteminde çöküşü önlemektedir. HIV ilaçlarının her gün kullanımı HIV’in bulaşma riskini de azaltmaktadır.                               

                                             24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ

 

                      Pek çok ülkede 1994 senesinden beri UNESCO’nun da önerisi ile 5 Ekim tarihinde kutlanan Öğretmenler Günü, Türkiye’de 24 Kasım tarihinde kutlanır.Kasım ayının en özel günlerinden biri olan Öğretmenler Günü, bu mesleğe hayatlarını adayan, öğrencilerini evlatları gibi gören bütün öğretmenlere teşekkür edilen, minnet duyulan gündür ve farklı ülkeler, bu özel gün için kendilerince anlamlı olan başka tarihleri uygun görmüşlerdir. Bugün dünyada Öğretmenler Günü olarak kutlanan en az 10 ayrı tarih vardır. Öğretmenler Günü bazı ülkeler için resmi tatil olarak kabul edilmiştir ancak ülkemizde resmi tatil kapsamında değildir. Bu anlamlı günde okullarda törenler ve çeşitli kutlamalar yapılır.

Türkiye'de Ne Zaman Kutlanmaya Başlandı?

Türkiye’de Öğretmenler Günü kutlanmaya başlanması UNESCO’nun önerisinden daha önceye dayanır. Bu sebeple onların önerdiği tarihten daha farklı bir tarih kabul edilmesi son derece normaldir. Öğretmenlerin haklarını ve yükümlülüklerine kapsamlı şekilde yer veren Öğretmenlerin Statüsü Hükümetlerarası Özel Konferansı’nın yıldönümü olan 5 Ekim tarihini öneren UNESCO’dan tam 13 sene önce Türkiye’de Öğretmenler Günü kutlanıyordu.

Atatürk’ün doğumunun 100. yılı olan 1981 senesinde Türkiye’de ilk kez kutlanan Öğretmenler Günü için bu tarihin belirlenmesinin sebebi de Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk’ün Millet Mektepleri’nin Başöğretmenliği görevini kabul ettiği tarihin 24 Kasım 1928 oluşudur.

Öğretmenlik sadece önceden belirlenen müfredatın öğrencilere anlatılması demek değildir. Öğretmenlik hem eğitimi hem de öğretimi kapsar. Bundan dolayıdır ki okulların ders çizelgeleri “Eğitim ve Öğretim Yılı” için belirlenir.

 

Öğretmenlik mesleğini seçenler bu görevin zorluğunun ve öneminin farkındadır. Öğretmen olmanın aynı zamanda anne ve baba olmak demek olduğunu, öğrencilerinin derlerini dert edinip mutluluklarına sevinmenin bu mesleğin bir gereği olduğunu bilirler. Bu asla zorlama değildir, içten gelir. Çünkü şefkat öğretmenliğin doğasında vardır. Bizlere hayatımızın her alanında rehber olan, ışık tutan öğretmenlerimizin kıymetini yılın her günü bilmemiz gerekir.

 

Öğretmenlerimize ne kadar kıymet verdiğimizi göstermenin bir yolu olarak da yılın en azından bir gününü onlara adarız. Onları mutlu edecek sürprizler yapar, ne kadar sevdiğimizi dile getiririz.       

                                 

                              20 KASIM DÜNYA ÇOCUK HAKLARI GÜNÜ

 

                  Dünya Çocuk Hakları Günü, 1989 yılından bu yana, Birleşmiş Milletler tarafından kabul görmesinin ardından 20 Kasım tarihinde farkındalık yaratmak için kutlanmaktadır. 193 ülke tarafından onaylanan Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi, kanunen çocukların sahip olduğu eğitim, sağlık, barınma gibi hakların tanımlanmasına olanak sağlamaktadır. İşte, Dünya Çocuk Hakları Günü hakkında merak edilen bazı bilgiler

Dünya Çocuk Hakları Günü evrensel bir nitelik taşımaktadır. 18 yaşın altındakileri kapsayan bu haklar, bazı temel başlıklardan oluşmaktadır. Birleşmiş Milletler tarafından kabul görmesinin ardından her yıl 20 Kasım tarihinde anılan Dünya Çocuk Hakları Günü, temel olarak şu başlıklardan oluşmaktadır;

Ana–babanın rolü ve sorumluluğu; bunun ihmal edildiği durumlarda ise devletin rolü ve sorumluluğu

- Bir isme ve vatandaşlığa sahip olma ve bunu koruma hakkı

- Yaşama ve gelişme hakkı

- Sağlık hizmetlerine erişim hakkı

- Eğitime erişim hakkı

- İnsana yakışır bir yaşam standardına erişim hakkı

- Eğlence, dinlenme ve kültürel etkinlikler için zamana sahip olma hakkı

- İstismar ve ihmalden korunma hakkı

- Uyuşturucu bağımlılığından korunma hakkı

- Ekonomik sömürüden korunma hakkı

- İfade özgürlüğü hakkı

- Düşünce özgürlüğü hakkı

- Dernek kurma özgürlükleri hakkı

- Çocukların kendileriyle ilgili konularda görüşlerini dile getirme hakkı

- Özel gereksinimleri olan çocukların hakları

- Özürlü çocukların hakları

İLK OLARAK KORCZAK TARAFINDAN GÜNDEME GETİRİLDİ

Leh eğitimci Janusz Korczak'ın 1919 yılında yayınlanan "How to Love a Child" (Bir Çocuğu Nasıl Sevmeli) adlı kitabında çocuk haklarından söz etmiş ve konuyu gündeme taşımıştır. Çocuk haklarına dair ilk metin ise 1917 yılında, Ekim Devriminin ardından Proletkult isimli sosyalist kültür örgütünün Moskova Şubesi tarafından "Çocuk Hakları Bildirgesi" ismiyle kaleme alındı.

Resmileşen ilk metin ise 1924 yılında Milletler Cemiyeti tarafından kabul edilen Cenevre Çocuk Hakları Bildirisidir.

Bu bildirge Birleşmiş Milletler tarafından kuruluşunda kabul edilmiş, 20 Kasım 1959 tarihinde Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirisi olarak güncellenmiş ve 20 Kasım 1989 tarihinde daha geniş olan Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme ile değiştirilmiştir.

                                  MEVLİD KANDİLİ’NİN ANLAMI VE ÖNEMİ

 

                  Mevlit Kandili alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed Mustafa'nın dünyaya gelişinin yıldönümüdür. Mevlid Kandili Hz. Peygamberin insanlığa sunduğu değerleri anlayıp hayatımızı onun yüce ahlâkıyla güzelleştireceğimiz bir tazelenme mevsimidir.

 

Mevlit Kandili alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed Mustafa'nın dünyaya gelişinin yıldönümüdür. Mevlid kandili rebîülevvel ayının on ikinci, Regaib receb ayının ilk cuma, Mi‘rac aynı ayın yirmi yedinci, Berat şâban ayının on beşinci, Kadir ise ramazan ayının yirmi yedinci gecesi. Zikredilen rakamlar daima geceden sonra gelen güne aittir.

 

Mevlid kandili Hz. Peygamber’in doğumu münasebetiyle kutlanır. Mevlid kutlamalarını ilk ihdas eden zatın Erbil Atabegi Muzafferüddin Kökböri (ö. 629/1232) olduğu kabul edilir. Bu kutlama için toplananlara mevlid kıssaları okumayı ilk başlatan kişinin ise Mısır Çerkez hükümdarlarından biri veya Mısır Fâtımîleri olduğu söylenir (Ca‘fer Murtazâ el-Âmilî, s. 20). Makrîzî’nin Fâtımî bayramlarıyla ilgili yazdıkları bu konuda onların önceliğini teyit eder mahiyettedir (el-Ħıŧâŧ, I, 490).

 

Osmanlı döneminde mevlid kandillerinde çeşitli kutlama faaliyetleri icra edilirdi. İbnü’l-Hâc gibi bazı fakihler, mevlid münasebetiyle yapılan eğlencelere ve israf olduğu gerekçesiyle çok sayıda kandil yakılmasına karşı çıkmıştır. Süyûtî, mevlid gecelerinde toplu halde Kur’an okunmasını ve Resûl-i Ekrem’e dair sohbetlerin ardından yemek ikram edilmesini bid‘at-ı hasene olarak görmektedir.

 

Bu gece, Yüce Rabbimizin âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (sas) bir kez daha mevlidi şerifini idrak edeceğiz. Kandiller; ışıklarıyla sadece karanlık gecelerimizi değil, aynı zamanda manevî feyziyle de daralan gönüllerimizi aydınlatan, zihinlerimizi berraklaştıran gecelerdir.

 

Kandiller; öze dönüşün, Yüce Yaratanımıza yürekten yakarış ve yönelişin, günahlarla kirlenmeye yüz tutmuş gönüllerimizi arındırmanın, geçici olanla kalıcı olanı fark etmenin, kalp gözümüzü açıp gönül dünyamızı temizlemenin fırsatı olan, nefsin yanıltıcı arzu ve isteklerinden uzaklaşmanın imkânlarını sunan kutlu zaman dilimleridir.

 

İşte Mevlid Kandili de insanı insan yapan bütün güzelliklerin odaklandığı bir şahsiyet olan rahmet elçisi Hz. Peygamberin doğumunu kutladığımız, onun bireysel ve toplumsal hayatımızı aydınlatan insanlık ve merhametini, insaf ve adaletini, sabır ve metanetini, kerem ve cömertliğini, kısaca insanlığa sunduğu değerleri anlayıp hayatımızı onun yüce ahlâkıyla güzelleştireceğimiz bir tazelenme mevsimidir.

           

                 Mübarek olan veya halkın öyle olduğuna inandığı gecelerin şerefine kandiller yakıldığı ve o gecelerde ibadet ve âdet kabilinden bazı şeyler yapıldığı için o gecelere 'kandil geceleri' denmiş olmalıdır.

Sevgili Peygamberimiz'in (s. a.) dünyaya geldiği gece hiç şüphe yok ki, dünyada yeni bir devrin başladığı gecedir ve rivayetlere göre bu gecenin önemi olağan dışı tabiat olayları ile de belli olmuştur.

                                         16 KASIM DÜNYA ULUSLARARASI HOŞGÖRÜ GÜNÜ

 

                Her zamandan daha çok ihtiyacımız olan hoşgörü yeni bir fikirdir. Hoşgörü kültürel çeşitlilik, farklı yaşam tarzları ve insanlığın farklı ifade biçimlerine saygı gösterilmesine teşvik eder. Giderek daha çok birbirine bağlanan ve çeşitlilik kazanan dünyada tüm insanlık için barış ve gelişim şarttır.

 

             UNESCO 70 yıl önce, bugün Uluslararası Hoşgörü Günü olarak kutlanan 16 Kasım 1945 tarihinde kurulmuştur. UNESCO’nun kuruluş fikri, savaşların ancak insanların birbirini daha iyi tanıması ve verimli kültürel çeşitlilikleriyle onları birleştiren şeylerin ayıranlardan daha fazla olduğunu anlamasıyla engellenebileceğini temel almaktadır. 1995 yılında UNESCO tarafından benimsenen Hoşgörü İlkeler Bildirgesi’nde 20 yıl önce bu ilkeler vurgulanmıştır. Farklı kültür ve kesimlerden insanların var olduğu, fotoğraf ve bilgilerinin yaygınlaştığı küreselleşen dünyada hoşgörü sürdürülebilir vatandaşlığın yapı taşıdır. Hoşgörü farklılıkların sessiz veya pasif olarak kabul edilmesi olmamakla birlikte, temel insan haklarına bağlıdır.

 

           Değişim ve diyalogun kolaylaştırılması sürekli çaba gerektirmekte ancak içe dönük davranışlara neden olan zorluk ve anlayışsızlıklar bunu zorlaştırmaktadır. Bu, önyargıları ve ortak kabul görmüş inanışları sorgulamaya bir çağrıdır. Şiddet içeren aşırılık sosyal medya ve insanlar arasında nefret ve hoşgörüsüzlük mesajları yayarken; insanoğlu dinleri veya geçmişi nedeniyle zulüm, dışlanma veya ayrımcılığa uğrarken; ekonomik krizler sosyal bölünmeyi hızlandırır ve diğerlerinin, örneğin azınlıkların, yabancıların ve göçmenlerin, kabul edilmesinin önünde dururken; hoşgörüye çağrı yapan farklı bir mesaj sunmalıyız. Geçmişten alınan dersleri daha görünür kılmalı ve insanlara diğerlerinin reddedilmesi, ırkçılık ve anti-semitizmin neden olduğu aşırı durumları hatırlatmalıyız. Çeşitlilik, politikalarımızı belirlememiz ve ona uygun davranmamız çağrısında bulunan bir gerçektir. Bunun sağlanması için hoşgörü temel çözümdür. Günümüz dünyası birbirimizi daha iyi anlamamız, hikâyelerimizi paylaşmamız, küresel düzeyde kamusal alanlar yaratmamız, hayat görüşümüzü zenginleştirmemiz ve bakış açılarımızı birleştirmemiz için önemli fırsatlar sunmaktadır. Bu bizi insanlar arasında eğitimsel işbirliği, kültürlerarası diyalog, bilgi paylaşımı ve bilginin serbest yayılımı yoluyla ahlaki ve entelektüel dayanışmaya davet eder. Hoşgörü barışın inşa edilmesinin aracıdır; zihnimizi diğer dünya görüşlerine açarak yaratıcılığı ve yenilikçiliği ivmelendirir.

 

            UNESCO’nun bu kurucu ilkesi mevzuat ve bildirgelerle karara bağlanmamıştır; hoşgörü kültürünü geliştiren dünya vatandaşlarının günlük çaba ve iradelerine dayanmaktadır. Bugün onları desteklemenin zamanıdır.

 

Irina Bokava

 

UNESCO Genel Direktörü

                                 10 KASIM ATATÜRK’Ü ANMA ANLAM VE ÖNEMİ

 

               10 Kasım anlam ve önemi nedir? Her yıl olduğu gibi bu yıl da 10 Kasım'da Ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk saygı ve özlemle anılacak.Atatürk'ün doğumundan ölümüne kadar olan hayatındaki tüm detayları sayfamızda sizlerle paylaşıyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünün bu yıl 80. yıl dönümü. Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu önder Atatürk'ün ölüm yıldönümü tüm dünyada çeşitli etkinliklerle anılacak.  

 

10 KASIM ANLAMI VE ÖNEMİ

Atatürk’ü Anma Haftası Atatürk Haftası, her yıl 10-16 Kasım tarihleri arasında kutlanmaktadır. 10-16 Kasım tarihlerini kapsayan hafta yüce Türk milletinin fertleri olan bizler için oldukça büyük bir önem taşır. Zira bu hafta Atamızı bizim için yaptıklarıyla ulus olarak andığımız önemli bir haftadır. Şimdi konuyu isterseniz biraz açalım: Her ulusun bir kahramanı vardır. Türk ulusunun en büyük kahramanı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Atatürk, padişahın ilgisizliği yüzünden enkaz haline ve işgalci devletler tarafından paylaşılan yurdumuzun, yok edilmek istenen ulusumuzun kurtarıcısıdır. Yüce Atatürk, hayatını ulusunun kurtuluşuna adayan, dünyada eşine az rastlanan liderlerden biridir. Yurdumuzu çağdaş ülkelerin seviyesine çıkarmak için gece gündüz demeden çalışmıştır. Halkın kendi kendini yönettiği cumhuriyet idaresini kurmuştur. Yaşamı süresince yapmış olduğu devrimlerle, ülkemizi çağdaş ülkeler seviyesine ulaştırmıştır.

 

10 Kasım 1938 tarihinde saat dokuzu beş geçe ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk hayata gözlerini yumdu. Atamız her ne kadar aramızdan ayrılsa da yaptığı çalışmalarla, bıraktığı eserlerle, sözleriyle kısacası her şeyiyle bizlerle birlikte sonsuza kadar yaşayacaktır. Yüce Atatürk ‘ün yurdumuz ve Türk ulusu için yaptıklarını anlamak ve anlatmak için onu iyi tanımamız gerekir. Fikirlerinden yararlanılarak geleceğimizin temelini sağlamlaştırmalı, emanet ettiği Türkiye Cumhuriyetini sonsuza kadar yaşatmalıyız.

 

Bu nedenle her yıl 10 Kasım günü Atamızın aramızdan ayrılışı törenlerle hatırlanır ve bu günde Atatürk’ün vatanseverliği, kişiliği, devlet adamlığı, fikirleri ve yurdumuzun kalkınmasındaki çalışmaları anlatılır, yaptıkları kavramaya çalışılır. Onu, her 10 Kasım ‘da fabrikada, okulda, dağda, bayırda, ovada kısacası çağdaş yaşamımızda hissediyor ve görüyoruz. Her yıl 10-16 Kasım tarihleri arasındaki, Atatürk Haftasında Atatürk ün yaşamını anımsarız. Hafta süresince vatanseverliği, kişiliği, devlet adamlığı, fikirleri ve yurdumuzun kalkınmasındaki çalışmalarını anlatır, yaptıklarını kavramaya çalışırız.

 

                ATATÜRK'ÜN HASTALIĞI VE ÖLÜMÜ İLE İLGİLİ BİLGİLER

              

             Atatürk’ün ilk hastalık belirtisi 1937 yılında ortaya çıktı. 1938 yılı başlarında Yalova’da bulunduğu sırada, ciddi olarak hastalandı. Buradaki tedavi olumlu sonuç verdi. Fakat tamamen iyileşmeden Ankara’ya yaptığı yorucu yolculuk, hastalığının artmasına sebep oldu. Bu tarihlerde Hatay sorununun gündemde olması da onu yormaktaydı. Güney seyahati hastalığının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs’ta Ankara’ya döndükten sonra tedavi ve istirahat için İstanbul’a gitti. Doktorlar tarafından, siroz hastalığı teşhisi kondu. Deniz havası iyi geldiği için, Savarona Yatı’nda bir süre dinlendi. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. İstanbul’a gelen Romanya kralı ile görüştü. Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etti. 4 Temmuz 1938’de Hatay Antlaşması’nın yürürlüğe girmesi Atatürk’ü çok sevindirip moralini düzeltti.

 

Temmuz sonlarına kadar Savarona’da kalan Atatürk’ün hastalığı ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayı’na nakledildi. Fakat hastalığı durmadan ilerliyordu. O’nun hastalığını duyan Türk halkı, sağlığıyla ilgili haberleri heyecanla takip ediyor, bütün kalbiyle iyileşmesini diliyordu. Hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938’de vasiyetini yazıp servetinin büyük bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına bağışladı. Ekim ayı ortalarında durumu düzelir gibi oldu. Fakat, çok arzuladığı hâlde, Ankara’ya gelip cumhuriyetin on beşinci yıl dönümü törenlerine katılamadı. 29 Ekim 1938’de kahraman Türk Ordusu’na yolladığı mesaj, Başbakan Celâl Bayar tarafından okundu. “Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!” sözü ile Türk Ordusu’nun önemini belirtmiştir. Yine aynı mesajda “Türk vatanının ve Türk’lük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır” diyerek Türk Ordusu’na olan güvenini belirtmiştir.

 

Atatürk 1 Kasım 1938’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka eğitim ve kültür konularına da temas edip gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi’nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi’nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duyduğu memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu’nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı. Atatürk’ün hastalığı tekrar şiddetlendi. 8 Kasımda sağlığıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı. Bütün memleketi tekrar derin bir üzüntü kapladı. Her Türk’ün kalbi onun kurtulması dileğiyle çarpıyordu. Ancak, kurtarılması için gösterilen çabalar sonuç vermedi ve korkulan oldu. Dolmabahçe Sarayı’nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, insan için değişmez kanun, hükmünü uyguladı. Mustafa Kemal Atatürk aramızdan ayrıldı. Bu kara haberle, yalnız Türk milleti değil, bütün dünya yasa büründü. Büyük, küçük bütün devletler onun cenaze töreninde bulunmak üzere temsilciler göndererek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna karşı duydukları derin saygıyı belirten mesajlar gönderdiler.

 

16 Kasım günü Atatürk’ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı’nın büyük tören salonunda katafalka konuldu. Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etti. Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, İstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı’na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz zırhlısı cenazeyi İzmit’e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara’ya getirilmek üzere hareket edildi. Atatürk’ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkam, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk’ün tabutu katafalkta alınarak. Etnografya Müzesinde hazırlanan geçici kabre kondu.

 Türk milleti daha sonra, bu büyük insana lâyık, Ankara Rasattepe’de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953’te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk’ün naaşı Anıtkabir’e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan topraklan ile hazırlanan ebedî istirahatgâhına yerleştirildi.   

                                 2-8 KASIM LÖSEMİLİ ÇOCUKLAR HAFTASI

1. LÖSEMİ NEDİR?

Lösemi, damarlarımızda dolaşan kanın yapım yeri olan kemik iliğinin normal olmayan, kök hücrelerin doğurduğu blast isimli kötü hücrelerce istila edilerek kan yapımının duraklamasıdır. Çocuklarda en sık 2-5 yaşlarında görülmektedir. Tahminen Türkiye?de her yıl 1200-1500 yeni lösemi vakası ortaya çıkmaktadır.

 

2. NORMAL KAN HÜCRELERİ NELERDİR VE İŞLEVLERİ NEDİR?

Normal kan hücreleri temel olarak üç grupta toplanabilir:

-Eritrositler (Alyuvarlar): vücutta dokulara oksijen taşırlar.

-Lökositler (Akyuvarlar): vücudu mikroplara karşı korurlar.

-Trombositler(Kan pulcukları): kanın pıhtılaşmasını sağlar.

 

3. LÖSEMİNİN KEMİK İLİĞİYLE İLİŞKİSİ NEDİR?

Kan hücrelerinin ana yapım yeri kemik iliğidir. Buradaki Ana (kök) hücrelerden çoğalırlar. Kök hücrelerdeki bir bozulma sonucu blast isimli kötü hücreler kan dolaşımıyla yayılırlar.

 

4. BLAST NEDİR?

Blast, lösemi hastalarında görülen kötü huylu hücrelerdir. Kemik iliğinde üretilen blastlar normal kan hücrelerinin üretilmesine engel olur, ama normal kan hücrelerinin yaptığı işleri yapamazlar.

 

5. LÖSEMİ HASTALIĞININ NEDENLERİ NELERDİR?

Tam olarak kanıtlanmış olmasa da genetik bozulmalara yol açan ve günlük hayatta karşılaştığımız kimyasal maddeler, gıdalardaki katkı maddeleri, kullanılan ilaçlar, radyasyonla karşılaşma öyküsü, zehirli gazlar suçlanan faktörler arasındadır.

 

6. LÖSEMİ EN SIK HANGİ YAŞLARDA GÖRÜLÜR?

Her yaşta görülebilmesine karşın, çocuklarda özellikle 2-5 yaş arasında daha sıktır.

 

7. LÖSEMİ KALITSAL BİR HASTALIK MIDIR?

Çok nadir görülen bazı lösemi tiplerinde kalıtsallık (aileden geçiş) söz konusu olsa da, lösemi genel olarak kalıtsal değildir.

 

8. LÖSEMİ BULAŞICI BİR HASTALIK MIDIR?

Lösemi kesinlikle bulaşıcı değildir.

 

9. LÖSEMİ BULAŞICI BİR HASTALIK DEĞİLSE, HASTALAR NEDEN MASKE TAKAR?

Lösemide, lökositlerin sayısının düşük olması nedeniyle vücudu dışarıdan gelecek mikroplara karşı koruyabilecek bir savunma sistemi yoktur ya da zayıflamıştır. Bu yüzden dışarıdan gelebilecek hastalık etkenlerine karşı kendilerini koruyabilmek için maske takmak zorundadırlar.

 

10. LÖSEMİNİN BELİRTİLERİ NELERDİR?

Lösemi hastalığının belirtileri arasında, yüksek ateş, iştahsızlık, solukluk, lenf bezlerinde büyüme, vücutta kırmızı noktalar görülmesi, burun ve diş eti kanamaları, vücutta morarmalar, kemik ağrıları, zayıflama sıktır. Ama çok değişik başka belirtiler de görülebilir.

 

11. ÇOCUĞUMDA BU BELİRTİLERİ GÖRDÜĞÜMDE NE YAPABİLİRİM?

Lösemi hastalığının yukarıda sayılan belirtilerinin bazıları başka bir çok hastalıkta da görülebileceği için, sözü edilen belirtilerden bir ya da bir kaçını gören ana-babanın yapması gereken şey, en yakın sağlık kurumuna başvurmaktır. Kan tetkikleri yapıldıktan sonra bir hematoloji uzmanına danışmaktır.

 

12. LÖSEMİNİN TANISI NASIL KONULUR?

Tanı uzman doktor tarafından konulabilir. Tanımlamada kullanılan çeşitli tıbbi uygulamalar, temel ve ileri düzey kan ve kemik iliği tahlilleridir.

 

13. ALL ve AML NE DEMEKTİR?

Bu terimler, löseminin türlerinden bazılarının kısaltılmış isimleridir. ALL (akut lenfoblastik lösemi) diğer lösemi tiplerine göre çocuklarda daha sık görülmektedir. AML (akut myeloblastik lösemi) başka bir akut lösemi alt tipidir.

 

14. LÖSEMİ HASTALIĞININ TEDAVİSİ MÜMKÜN MÜDÜR?

Evet, lösemi tedavi edilebilen bir hastalıktır. Örneğin, standart risk AAL?de %91?e varan oranda tam iyileşme sağlanmaktadır. Ama tedavisi oldukça masraflıdır ve uzun sürer.

 

15. TEDAVİ İÇİN GEÇ KALMIŞ OLABİLİR MİYİZ?

Lösemi hastalığı tedavi edilmediğinde çok kötü sonuçlara yol açabilir ama acaba geç mi kaldık diye düşünülmeden hemen bir kuruma başvurulmalıdır.

 

16. LÖSEMİ NASIL TEDAVİ EDİLİR?

Lösemi, tanı konulduktan sonra uzun süreli bir kemoterapi (ilaç tedavisi) ve sonrasında uzman doktorlarca uygun görülürse %5 oranındaki vakalarda kemik iliği nakli ile tedavi edilir.

 

17. LÖSEMİ TEDAVİSİ NE KADAR SÜRER?

Lösemi alt tiplerine göre değişiklik göstermekle birlikte hastalığın tedavisi ortalama 2-3 yıl kadar sürer.

 

18. LÖSEMİ TEDAVİSİNDE BAŞARI ORANI NEDİR?

Lösemi hastalığının grubuna göre başarı oranı değişmektedir. ALL standart risk grubunda başarı şansı % 91?dir.

 

19. LÖSEMİ TEDAVİSİNDE ÜLKEMİZDE UYGULANAN TEDAVİLER İLE YURTDIŞINDA UYGULANAN TEDAVİLER ARASINDA FARK VAR MIDIR?

LÖSEV-LÖSANTE Çocuk Hastanesi?nde yurtdışında uygulanan tedavi protokolleri uygulanmaktadır. Sonuçlar yurt dışı merkezlerle karşılaştırılmaktadır.

 

20. TEDAVİDE KEMOTERAPİ YANI SIRA NELER ÖNEMLİDİR?

Tedavinin uygun bir merkezde yapılması, temiz ve steril ortamın sağlanması, iyi ve dengeli beslenme ve psikolojik destekler tedavinin başarılı olmasında çok önemlidir.

 

21. KEMOTERAPİNİN YAN ETKİLERİ VAR MIDIR?

Evet. Her ilacın olduğu gibi, lösemi tedavisinde kullanılan ilaçların da yan etkileri vardır. Ağızda yaralar oluşması, bağışıklık sisteminin zayıflaması, kan hücrelerinin sayısının azalması, kanama, ishal gibi yan etkiler görülebilir.

 

22. LÖSEMİ HASTALARININ SAÇLARI NEDEN DÖKÜLÜR?

Lösemili hastalara uygulanan kemoterapi ilaçlarının yan etkilerinden biri de saç dökülmesidir. Tedavinin tamamlanmasıyla, diğer yan etkilerin yanı sıra saç dökülmesi de ortadan kalkar ve saçlar yeniden uzar.

 

23. LÖSEMİLİ ÇOCUKLAR ENFEKSİYONLARDAN NASIL KORUNABİLİR?

Dikkat edilmesi gereken en önemli nokta temiz ve hijyenik bir ortam sağlanmasıdır. Örneğin:

-Temiz, iyi pişirilmiş katkı maddesi içermeyen organik besinlerle beslenme

-Kalabalık ortamlardan kaçınma

-Hastalık bulaştırabilecek kişilerle temasın engellenmesi

-Ağız ve vücut temizliği

-Hijyenik ortam

 

24. LÖSEMİLİ ÇOCUKLARA AŞI YAPILABİLİR Mİ?

Lösemili çocukların aşı dahil tüm tıbbi uygulamaları kendi doktorunun kontrolü altında yapılmalıdır. Özellikle, aşı kampanyaları süresince tedavi gören lösemili çocuklara doktoruyla konuşulmadan hiçbir aşı yapılmamalıdır. Kemoterapi süresince rutin çocukluk aşıları yapılmamalıdır.

 

25. ÇOCUĞUMU LÖSEMİDEN NASIL KORUYABİLİRİM?

Ailelerin dikkat etmesi gereken en önemli nokta, çocuklarının olabildiğince dengeli beslenmesini sağlamak, katkı maddesi içeren yiyeceklerden uzak tutmaktır. Kanserojen tüm gıdalar her türlü kanseri oluşturabilirler.

 

26. TEDAVİSİNDE HANGİ İLAÇLAR KULLANILIR?

Kemoterapi adını verdiğimiz ilaçla tedavide birbirinden farklı 10 çeşit kadar ilaç kullanılmaktadır. Bunların bir kısmı da çekirdek yapılarını bozmaktadır.

 

27. BESLENME ÖNEMLİ MİDİR?

Beslenme çok büyük önem taşımaktadır. Kemoterapinin yan etkileri nedeniyle ağızdan beslenme bozulmaktadır. Ayrıca mide barsak sistemini koruyan mukoza hücreleri de yok olmaktadır. Kolay sindirilebilen, kaloriden zengin, steril beslenmeye dikkat edilmelidir.

 

28. TEMİZLİK VE HİJYEN ÖNEMLİ MİDİR?

Lösemili çocukların tedavileri boyunca ağız ve vücut temizlikleri çok önemlidir. Normalde bulunan bakteriler ve fırsatçı mikroorganizmalar vücut direncinin çok düştüğü dönemlerde yaygın enfeksiyonlara neden olular. Yine anal (makad) bölgesinin, el ve ayakların her zaman temiz tutulması gereklidir. Kullanılan çamaşırların, giysilerin, yatak çarşaflarının, havluların, çatal kaşık vs.nin özenle yıkanması ve sık değiştirilmesi gereklidir.

 

29. PSİKOLOJİK DESTEKLERİN ROLÜ VAR MIDIR?

Her şeyde olduğu gibi moral desteği büyük önem taşır. Umudun hep yükseklerde olması zorunludur. Yaşam bağları ne kadar kuvvetli olursa tam iyileşme de o oranda çabucak sağlanır.

 

30. HER LÖSEMİLİ ÇOCUK KEMİK İLİĞİ NAKLİ OLUR MU?

Hayır. Tedavinin son aşamasında gerekli görüldüğü taktirde olur. Bu genelde %5 kadar vakada olabilir. Tabi ki tam uygun vericisi de bulunmalıdır.

 

31. LÖSEMİLİ ÇOCUKLARIN YEMEMESİ GEREKEN GIDALAR NELERDİR?

Turp, ayva, havuç gibi sert yiyecekler; kaynamamış içme suyu tüketmemelidirler. Kızartmalar, turşular, çok baharatlı yiyecekler, kremalar, ketçaplar, mayonezler tercih edilmemelidir. Gıdalar evde pişirilerek hazırlanmalıdır.

 

32. OKULLAR ÇOK KALABALIK ÇOCUK İÇİN SORUN YARATIR MI?

Doktorunun izin vermesi halinde okula gitmelerini öneriyoruz. Okula başladıktan sonra okul müdürü ve öğretmenleri ile vakfımız görevlileri görüşmekte; çocuğun durumu ile ilgili detaylı bilgi vermektedir. Okul çocuklarımızı yaşama bağlamaktadır. Vakfımız bünyesinde lösemili çocuklar için bir okul bulunmaktadır, buraya da gelebilirler.

 

33. KORDON KANI SAKLAMAK NE KADARA MAL OLUR?

İlk alma nakliye ve dondurma işlemi dünya standartlarında 1000-1200 USD civarındadır. Daha sonra yılda 80-100 USD kira ücreti alınmaktadır. Bu konudaki geniş bilgileri KORDON BANKASI bölümümüzden alabilirsiniz.

            

                                                              29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nın Anlam ve Önemi

 

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet rejimini ilan etmesiyle her yıl 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı olarak Türkiye ve KKTC'de coşkuyla kutlanır. Peki, 29 Ekim'in anlam ve önemi nedir?

22 Ekim 2018 Pazartesi 11:50

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nın Anlam ve Önemi Nedir? Cumhuriyet Nedir?

Cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923 yılından bu yana kutlanan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nı anlam ve önemi nedir? 1923 yılında neler oldu?

 

CUMHURİYET NEDİR?

Cumhuriyet, devleti idare edenlerin seçimle iş başına geldiği yönetim şekline denir. Dünyada birçok devlet cumhuriyet rejimiyle yönetilir. Cumhuriyetle yönetilen ülkelerde egemenlik milletindir ve millet, devleti yönetecek kişileri kendisi seçerek kendi kendini yönetmiş olur.

 

CUMHURİYET BAYRAMI NASIL ORTAYA ÇIKTI?

Bugünkü Türkiye cumhuriyete, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra kavuştu. Tarihin başlarındaki Osmanlı Devleti'nde, bütün yetki padişahın elindeydi. Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı'nda yenik düşünce yurdu düşmanlar işgal etti ve Mustafa Kemal, "Ya istiklal, ya ölüm" parolası ile mücadele etti.23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı ve Mustafa Kemal meclis başkanı seçildi. Türk ordusu, İnönü Savaşlarını, Sakarya Meydan Muhaberesi ile Başkomutanlık Meydan Savaşı'nı kazandı. Yunanlılarla ve Birinci Dünya Savaşı'nda savaştığımız devletlerle 24 Temmuz 1923'te Lozan Barış Antlaşması imzalandı. Böylelikle Türkiye'nin bağımsızlığı dünya devletleri tarafından da kabul gördü. Egemenliğine kavuşan Türkiye Büyük Millet Meclisi, 29 Ekim 1923'te cumhuriyeti ilan etti. Devletin adı Türkiye Cumhuriyeti oldu ve Atatürk ise, ilk cumhurbaşkanı olarak göreve başladı. Devlet kanunlarla yönetilmeye başladı.

CUMHURİYET NASIL İLAN EDİLDİ?

29 Ekim, Türkiye Cumhuriyeti'nin resmen kurulduğu tarih olarak her yıl kutlanır. 29 Ekim 1923 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yapılan bir anayasa değişikliğiyle Türkiye'nin yönetim şekli Cumhuriyet olarak belirlendi. Türk milleti için Cumhuriyet Bayramı, milli birlik ve beraberliğin, toplumsal dayanışmanın simgesi olarak kutlanan milli bayramdır. Kurtuluş Savaşı'nın Türk milletinin zaferiyle sonuçlanmasının ardından ortaya çıkan yönetim boşluğunun giderilmesi için yeni bir yönetim biçiminin belirlenmesi şart olmuştu ve Mustafa Kemal ile arkadaşları yaptıkları çalışmalar sonucu Türkiye'nin yönetim şeklinin Cumhuriyet olduğuna karar verdi.

 

29 EKİM 1923 YILINDA NELER OLDU?

İkinci Meşrutiyetin ilanından altı yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu'nda, 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı başladı. Dört yıl süren savaş sonunda Osmanlı'nın dahil olduğu ittifak devletleri yenildi. Osmanlı'nın da yenik sayıldığı savaşın sonunda ülkeyi İngilizler, Yunanlılar, Fransızlar, İtalyanlar paylaştı. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a gitti ve orada aldığı karar neticesinde Erzurum'da, Sivas'ta kongreler düzenledi. Mustafa Kemal Paşa "Tek bir egemenlik var, o da Milli egemenliktir. Ülkeyi yine ulusun kendi gücü kurtaracaktır." dedi. Ülkenin dört yanından gelen ulus temsilcileri23 Nisan 1920 günü Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nde toplandı. Meclis, Mustafa Kemal Paşa'yı başkan seçerek, onun önderliğinde Büyük Millet Meclisi, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı başlattı. Her yörede ki efeler, dadaşlar düşmana karşı mücadele ederken, diğer yandan da düzenli ordular İnönü'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da savaştı ve zafer elde edildi.

''YARIN CUMHURİYETİ İLAN EDECEĞİZ!''

Zafer üzerine padişah ülkeden kaçtı ve imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile yeni bir devlet kuruldu. Yeni doğan devletin yönetim şekli henüz belirlenmemişti. Büyük Millet Meclisi 11 Ağustos 1923'te ilk toplantısını yaparak, 13 Ekim 1923'te Ankara'yı başkent olarak belirledi. Atatürk, ülkeyi düşmandan arındırıp, sınırları belirledikten sonra hep düşündüğü cumhuriyetin ilanı üzerinde hazırlıklar yapmaya başladı ve 28 Ekim 1923 akşamı yakın arkadaşlarını Çankaya'da yemeğe çağırarak, "Yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz." dedi. Atatürk, 29 Ekim 1923 günü, milletvekilleri ile görüşmesinin ardından hazırlanan Cumhuriyet önergesinin taslağı Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne verildi. Meclis önergeyi kabul ederek, ülkede cumhuriyet yönetimi kuruldu. Atatürk ise kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı oldu.

YAPILAN YENİLİKLER NELER?

Atatürk, Cumhuriyetin ilanıyla, Türkiye'yi çağdaş ve uygar devletler seviyesine ulaştırmak için bir dizi yenilik yaptı. Bu yenilikler; siyasal, bayındırlık, toplumsal, tarım, hukuk, eğitim, sanayi, ekonomi ve ticaret alanlarında yapıldı.   

        NUTUK HAKKINDA BİLGİLER

 

Nutuk yeni Türkiye devletinin yazılan ilk tarihidir. Yazarı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Yaptığı tarihi gelecekteki Türk insanına tanıtabilmek amacıyla bu kitabı kaleme almıştır.


Nutuk: Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisinin 15-20 Ekim tarihleri arasında Ankara da toplanan İkinci Kongresinde okunmuştur. Konuşma otuz altı buçuk saat sürmüştür.


Nutuk 1919’dan başlayarak 1927 ye kadar olan tarih dilimini incelemektedir. Bu dönem üç bölümde ele alınmıştır.


1. Kuva-i Milliye (Ulusal güçler) Dönemi:


Nutukta yeni Türkiye Devletinin kuruluşu anlatılmaktadır. Yeni Türk devletinin kurulmasındaki maksat da şu şekilde açıklanmıştır: Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu da tam bağımsız olmakla sağlanabilir. “Ne kadar zengin olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan ileriye gidemez.” demiştir ve Mustafa Kemal Atatürk şu sözleri söylemiştir “Türkün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksektir. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.” Diyerek kurtuluş isteyenlerin parolasının “Ya bağımsızlık ya ölüm olduğunu “ söylemiştir.
Burada devlet kurmanın zorlukları görülmektedir. Atatürk Samsun’a çıktığı anda ülkenin genel durumu; Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu topluluk savaşta yenilmiş Osmanlı Ordusu zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes imzalanmış, ulus yorgun ve bitkin bir durumda, ulusu ve ülkeyi savaşa sürükleyenler yurttan kaçmış, padişah ve halife soysuzlaşmış, kendini ve tahtını koruyacak alçakça önlemler araştırmakta, hükümet yüzsüz, onursuz, korkak, ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta, yurdun dört bir yanındaki topluluklar devletin bir an önce çökmesine çaba harcıyorlardı. Bu şekilde açıkladıktan sonra ulus egemenliğine dayanan kayıtsız şartsız yeni bir devleti kurmak için izlediği politikayı, karşılaştığı güçlükleri bunalımları ve çatışmaları anlatmaktadır. Bu haliyle Nutuk, sömürgeci devletlerin altında yaşayan uluslara kurtuluş yolunu gösteren bir yapıt özelliği taşımaktadır.


2. Türkiye Büyük Millet Meclisi Dönemi:


Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de açılmış ve o günden sonra tüm askeri ve sivil makamların ulusun başvuracağı en yüce katın Meclis olacağını halkına bildirmiş ve Meclis, Mustafa Kemal Atatürk’ün açık ve gizli oturumlardaki bir iki gün süren açıklamaları ve konuşmalarından sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı seçmiştir.


3. Cumhuriyet Dönemi :


Atatürk, İsmet Paşa ile birlikte bir yasa tasarısı hazırladı. Bu tasarıdaki 20 Ocak 1921 tarihli anayasanın devlet biçimini saptar maddelerini değiştirerek birinci maddenin sonuna “Türkiye Devletinin Hükümet biçimi Cumhuriyettir” cümlesini ekleyerek maddeyi değiştirmiştir ve yapılan Meclis toplantısında Anayasanın Değiştirilmesi ile ilgili maddenin görüşülmesi kabul edildi. Toplantı sonunda yasa birçok milletvekilinin “Yaşasın Cumhuriyet” söylemleri ile kabul edildi ve böylece 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş oldu. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Oylamada Mustafa Kemal Atatürk toplantıya katılan yüz elli sekiz kişinin tümünün oylarını alarak Cumhurbaşkanı seçildi.


Nutuk sömürge ulusların bağımsızlıklarını kazanmaya yardımcı olacak bir program niteliğindedir. Bu eser okunduğunda Türk kurtuluş savaşının bir askeri savaş olduğu kadar bir düşünce savaşı da olduğu görülmektedir.


Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk’ün halkına verdiği bir hesap pusulasıdır. Çünkü ulusal kurtuluş savaşı boyunca o halkıyla birlikte olmuştu ve halkına “Hayat demek savaş ve çarpışma demektir. Hayatta başarı yüzde yüz savaşta, başarı kazanmakla elde edilebilir. Bu da manevi ve maddi güce dayanır. İnsanların uğraştığı tüm sorunlar, karşılaştığı tüm tehlikeler, elde ettiği başarılar toplumca yapılan genel savaşın dalgaları içinde doğar.” Sözlerini söylemiş ve halkından can istemiş, halk seve seve vermiş, mal istemiş, halk seve seve vermiştir. Bunlar nerede, nasıl, niçin, harcanmış ? Nutuk halkın kafasındaki bu sorulara da açıklık getirmiştir.
Türk halkından alınan canın ve malın ülkenin işgalinden, ulusun kölelikten kurtularak onurlu, bağımsız, çağdaş bir devlet ve toplum olarak yaşaması için harcandığını belgeleriyle açıklamaktadır. Atatürk bu eserinde, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun bağımsızlığını nasıl kazandığını, bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalışmış ve Türk gençliğine bıraktığı kutsal armağanı şu sözlerle noktalamıştır;“ Bu uzun ve ayrıntılı sözlerim tarihe mal olmuş bir devrin öyküsüdür, burada ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtmiş isem kendimi mutlu sayacağım” demiş. Nutuk, yeni Türkiye devletinin nasıl kurulduğunu merak eden tüm insanlarımızın okuması gereken bir başucu eseridir. Bundan dolayı siyasi yaşantımızda olduğu kadar, devlet felsefesinde de kullandığımız en baş eserdir.

 

1 EKİM DÜNYA ÇOCUK GÜNÜ

 

Peki ya hakları neler?

 

 

 

Çocuklarımız, yarının büyükleri, geleceğin güvencesi ve yöneticisidirler. Dünyada, çocukların iyi yetiştirilmesi tüm ulusların ortak sorunudur. Birleşmiş Milletler Örgütü, çocuklar arasında ortak duygular oluşması, ulusların barış içinde yaşama özlemlerinin pekişmesi amacıyla 1954 yılında Ekim ayının ilk Pazartesi gününü Dünya Çocuk Günü ilan etmiştir.

Anne Boyutu yazarlarından Sevgi Özkan yazısında, 1 Ekim Dünya Çocuk Günü ile ilgili şunları yazdı:

"İnsanlığın gelişim aşamasında varılan "haklar" anlayışı ve İnsan haklarının yerleşmesi için çocuk haklarının iyi bilinmesi gerekir. Çocuk Hakları Sözleşmesinde "Çocukların yetişmesinden ve gelişmesinden sorumlu olan büyükler, bu sorumluluklarını en iyi biçimde yerine getirirler" ifadesiyle belirtilenin, aslında çocukların tüm yetişkinlerin sorumluluk alanına girdiği unutulmamalı.Bu nedenle özellikle Çocuk Hakları'nı çocuğun her istediğini yapma hakkı gibi algılayan, Çocuk Hakkı da neymiş diye düşünen veya bu hakları kendi ticari amaçları için kullanarak istismar eden yetişkinler ülkemizin de imza atarak taraf olduğu bu sözleşmeyi iyi okumalılar. Çocuklar da haklarını bilerek büyümeliler. Bu yıl 1 Ekim’e rastlayan Dünya Çocuk Günü'nde çocuk haklarına göz atmak her yetişkinin sorumluluğu olmalı.

İşte devletimizin de imza atarak kendi sorumluluklarını kabul ettiğini bildirdiği,

"Çocuk Hakları Maddeleri:

M.1- Her birey on sekiz yaşına kadar çocuk olarak kabul edilir. Her çocuk vazgeçilmez haklara sahiptir.

M.2- Çocuk Hakları, bütün çocuklar içindir. Doğum yerleri, konuştukları dil ne olursa olsun fark etmez. Büyüklerinin inançları ya da görüşleri nedeniyle hiçbir çocuğa ayrım yapılmaz.

M.3- Çocuklarla ilgili bütün yasa ve uygulamaları oluşturanlar, önce çocukların yararını düşünmek zorundadır. Devlet, çocukların koruma ve bakımını üstlenenlerin sorumluluklarınıyerine getirmeleri için önlemleri alır ve onların sorumluluklarını yerine getirip getirmediklerine bakar.

M.4- ÇHS’de yazılı olan hakların uygulanması için gereken her türlü çabanın gösterilmesi gerekir. Devlet çocukların bu haklardan yararlanmasını sağlar.

M.5- Devlet, hakların uygulanması konusunda çaba gösterirken başta anne baba olmak üzere çocuktan sorumlu olan kişilerin haklarına karşı saygılı olur.

M.6- Yaşamak, her çocuğun temel hakkıdır ve herkesin ilk görevi çocukların yaşamını korumaktır.

M.7- Her çocuğun bir isme ve vatandaşlığa sahip olma hakkı vardır. Devlet, çocuk doğduğunda bu ismi kaydeder ve çocuğa bir kimlik verir.

M.8- Çocuklara verilen isim, vatandaşlık hakkı ve aile bağları korunmalıdır. Tüm bunlar zorla değiştirilemez ve alınamaz, değiştirilmek istenir ya da çocuğun elinden bu haklar alınırsa devlet bu duruma karşı çıkmalıdır.

M.9- Her çocuğun ailesiyle birlikte yaşama hakkı vardır. Anne baba çocuğa bakamıyorsa, çocuk bu durumdan zarar görmesin diye ona başka bir bakım sağlanmalıdır. Bu durumda da her çocuğun, anne ve babasıyla düzenli olarak görüşebilme hakkı vardır.

M.10- Anne babası ayrı ülkelerde yaşayan çocukların aileleriyle birlikte olabilmeleri için devletler kolaylık gösterir.

Tamamını okumak için tıklayınız...

 

                                     AŞURE GÜNÜNÜN ÖNEMİ

"Şehrullahi'l-Muharrem" olarak meşhur olan, yani "Allah'ın ayı Muharrem" olarak bilinen Muharrem ayı, İlahi bereket ve feyzin, Rabbani ihsan ve keremin coştuğu ve bollaştığı bir aydır.

Allah'ın ayı, günü ve yılı olmaz, ancak Allah'ın rahmetine ermenin önemli bir fırsatı olduğu için Peygamberimiz tarafından bu şekilde ifade edilmiştir.

Âşura Günü ise Muharrem'in 10. günüdür. Âşura Gününün Allah katında ayrı bir yeri vardır. Bugünde Cenâb-ı Hak on peygamberine on çeşit ikramda bulunmuş ve kudsiyetini arttırmıştır. Bu günlerde oruç tutmak çok faziletlidir.

Hicrî Senenin ilk ayı olan Muharrem ayının 10. günü Âşura Günüdür. Muharrem ayının diğer aylar arasında ayrı bir yeri olduğu gibi, Âşura Gününün de diğer günler içinde daha mübarek ve bereketli bir konumu bulunmaktadır.

Âşura Gününün Allah katında da çok seçkin bir yerinin olduğunu Fecr Sûresinin ikinci âyeti olan "On geceye yemin olsun" ifâdelerinin tefsirinden öğrenmekteyiz.

Bazı tefsirlerimizde bu on gecenin Muharrem'in Âşurasine kadar geçen gece olduğu beyan edilmektedir. (1)

Cenâb-ı Hak bu gecelere yemin ederek onların kudsiyet ve bereketini bildirmektedir.

 

                     30 AGUSTOS ZAFER BAYRAMI ÖNEMİ

 

         Herkesin dört gözle beklenen 30 Ağustos Zafer bayramı bugün Türkiye'nin dört bir yanında 30 Agustos Zafer Bayramı kutlamaları başladı. Mustafa Kemal Atatürk bugün 92’nci yıldönümünü kutladığımız 30 Ağustos 1922’deki Büyük Zafer’i, 1924 Dumlupınar konuşmasında şöyle anlatıyordu.

“Ulusal tarihimiz çok büyük, parlak zaferlerle doludur. Ama Türk Ulusu’nun burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir akım vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum.

Türk Devleti’nin, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı, ölümsüz yaşayışı burada taçlandırıldı. Bu alanda
akan Türk kanları, göklerde uçuşan şehit ruhları, devletimizin, cumhuriyetimizin ölümsüz koruyucularıdır.”

 

                    1071 MALAZGİRT SAVAŞI VE MALAZGİRT ZAFERİ

 

Tarih sayfalarına büyük bir zafer olarak geçen ve Türklere Anadolu'nun kapılarını açan Malazgirt Zaferi'nin 946'ncı yılı çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. İşte Malazgirt Savaşı ve Malazgirt Zaferi'nin detayları...

26 Ağustos 1071 tarihinde Selçuklu Sultanı Alp Arslan çadırından çıktı ve Malazgirt ovasında ordugahına yaklaşık 8 kilometre uzaklıktaki düşman birliklerini tespit etti.

Bizans İmparatoruna savaşı önlemek için elçiler gönderildi ancak Bizans İmparatoru bu hareketi bir korkaklık olarak algıladı ve gelen elçilerin ellerine birer haç tutuşturarak geri gönderdi.

Düşman ordu birliklerinin kendi ordusundan daha fazla olduğunu fark eden Sultan Alp Arslan, savaştan sağ çıkma olasılığının düşük olmasını da göz önünde bulundurarak Türk-İslam adeti olarak kefene benzeyen beyaz kıyafetler giydi ve atının kuyruğunu bağlattı.

Şehit olduğu takdirde vurulduğu yere gömülmek isteyen Alp Arslan, böylece askerlerine savaştan asla kaçmayacağını anlatmış oldu ve askerini cesaretlendirdi.

Cuma namazına imamlık ettikten sonra atına binip ordusunun karşısına çıktı ve moral yükseltici, maneviyat arttırıcı ve cesaret verici kısa ve etkili bir konuşma yaptı. Kur'an-ı Kerim'den ayetler okuyan Alp Arslan, şehitlik ve gazilik makamının da öneminden bahsetti.

Ardından da tamamı Müslüman olan Selçuklu ordusu, savaş pozisyonuna geçerek bekleyişe başladı. Bu esnada Bizans ordusunda da aynı şekilde dinsel ayinler yapıldı ve İmparator Romen Diyojen de en ihtişamlı zırhını giyerek beyaz atına bindi.

Bizans'ın bu savaşı kazanması durumunda Tanrı tarafından şeref, şan, onur ve kutsal savaş sevapları verileceğini ordusuna anlattı. Selçuklu Sultanı Alp Arslan, savaşı kaybetmesi durumunda devletini kaybedeceğini çok iyi biliyordu. Aynı şekilde İmparator Diyojen de Bizans'ın kaybetmesi durumunda da çok büyük güç ve toprak kaybedeceğini biliyordu.

Öğle saatlerinde Türk atlıları toplu ok saldırıları yaparak savaşı başlattı. Türk ordusunda sayısı oldukça fazla olan atlı okçular, Bizans ordusunun bu saldırıda büyük kayıplar vermesine yol açtı. Atlı okçuların saldırısına rağmen savaş düzenini bozmayan Bizans ordusu, saflarını bozmadı.

 

                      SAVAŞI KAZANDIRAN TAKTİK: HİLAL TAKTİĞİ

 

          Ordusuna yanıltıcı bir geri çekilme emri veren Sultan Alp Arslan, arkalarda gizlemiş olduğu küçük birliklerinin yanına doğru çekildi ve Türk ordusunun arka saflarında bir Hilal şeklinde pozisyon aldı.

Türklerin çekildiğini gören İmparator Dijoyen ve ordusu, tuzağa düştü ve Türklerin saldırı gücünü yitirdiğini ve korkarak kaçtıklarını düşündü. Bunun üzerine kaçan Türk ordusunu yakalamak için ordusuna "Saldır" emrini verdi.

 

 

Yan geçitlerde pusu kuran Türk okçuları, Bizans zırhlı birliklerini vurmaya başladı. Kayıplar veriliyordu ancak Bizans ordusu hız kesmeden Türk ordusunun peşinden gitmeye devam etti. Ağır zırhlara sahip olan Bizans ordusu, yavaş kaldığı için Türk ordularını yakalayamadı ve askerler üzerlerindeki zırhın ağırlığından dolayı çok fazla yoruldu ve hızları durma noktasına kadar geldi.

Türk ordusunu yakalama hırsı dinmeyen Diyojen, ordusunun yorulduğunu fark etmedi ve takibe devam etti. Ancak mevzisinden çok ileride olduğunu ve yan saflardaki Türk okçularının askerlerini birer birer vurduğunu çok geç fark eden Diyojen, geri çekilme emri için düşünüyordu.

Tam da bu ikilemdeyken geri çekilen Türk süvarilerinin yönlerini tam Bizans ordusu üzerine geçip hücuma kalkmaları ve geri çekilme yollarının da Türkler tarafından kapatıldığını gören Diyojen, büyük bir panikle ordusuna geri çekilmesi için emir verdi. Fakat çevresini saran Türk ordusu, Bizans askerlerini avcunun içine almış durumdaydı.

Durumu fark eden ve kaçmaya çalışan generalleri gören Bizans askerleri, daha da paniğe kapıldı ve zırhlarını alarak kaçmak için çabaladı. Kaçmak isteyen Bizans askerlerini ustaca kılıç kullanan Türk askerleri karşıladı ve hepsini kılıçtan geçirdi.

 

 

Sivas'ta soydaşlarına yaptıklarının acısını çıkartmak isteyen Ermeni askerleri, her şeylerini bırakıp savaş alanından kaçınca Bizans ordusu için durumun vahameti arttı ve ordusunu kontrol altına alamayan Diyojen, birlikleriyle kaçmaya çalışsa da bu mümkün değildi.

Ardından tam bir mağlubiyet havasına giren Bizans ordusunun çok büyük bölümü, akşam hava kararmadan yok edildi. Savaşta kaçamayan askerler de teslim oldu ve Diyojen omzundan yaralı bir şekilde ele geçirildi.

Tüm dünya tarihi için büyük bir dönüm noktası niteliğinde olan Malazgirt Savaşı, zafer kazanan komutan Alp Arslan'ın yenik İmparator Romen Diyojen'le antlaşma yapmasıyla son buldu. İmparatoru bağışlayan ve ona iyi davranan Sultan antlaşmaya göre İmparatoru serbest bıraktı.

Antlaşmaya göre imparator kendi fidyesi için 1.500.000 denarius, vergi olarak da her yıl 360.000 denarius ödeyecek; ayrıca Antakya, Urfa, Ahlat ve Malazgirt'i de Selçukluya bırakacaktı.

Romen Diyojen ise geri dönmekte iken Anadolu'ya dağılmış ordunun kalanlarından derme çatma bir ordu düzenlemiş ve kendisini tahttan indirenlerin ordularına karşı iki çatışma yapmıştır. Her iki muharebede yenilerek Kilikya'da bir küçük bir kaleye çekildi. Orada teslim oldu; keşiş yapıldı; katır üzerinde Anadolu'dan geçirildi; gözlerine mil çekildi; Proti (Kinalıada)'daki manastıra kapatıldı ve orada birkaç gün içinde yaraları ve enfeksiyon nedeni ile öldü.

 

                     İbn-i Sina Haftası

 

Büyük Türk filozofu, bilgini ve hekimlerin pîri İbni Sînâ 17 Ağustos 980’de Buhara-Afşena kasabasında doğdu.
21 Haziran 1037’de Hemedan’da öldü. Doğumunun 1003. Yıldönümü olan 1983'den itibaren bir hafta süreyle anılmaya başlanmıştır.

İBN-SİNA KİMDİR?


Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin çeşitli alanlarında seçkinleşmiş olan, İbn-i Sinâ (980-1037), matematik alanında matematiksel terimlerin tanımları; astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin yapılması konularıyla ilgilenmiştir.

Astroloji ve simyaya itibar etmemiş, Dönüşüm Kuramı'nın doğru olup olmadığını yapmış olduğu deneylerle araştırmış ve doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn-i Sinâ'ya göre, her element sadece kendisine özgü niteliklere sahiptir ve dolayısıyla daha değersiz metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde edilmesi mümkün değildir.                                    

İbn-i Sinâ, mekanikle de ilgilenmiş ve bazı yönlerden Aristoteles'in hareket anlayışını eleştirmiştir. Aristoteles, cismi hareket ettiren kuvvet ile cisim arasındaki temas ortadan kalktığında, cismin hareketini sürdürmesini sağlayan etmenin ortam, yani hava olduğunu söylüyor ve havaya, biri cisme direnme ve diğeri cismi taşıma olmak üzere birbiriyle bağdaşmayacak iki görev yüklüyordu.

İbn-i Sinâ, bu çelişik durumu görmüş, yapmış olduğu gözlemler sırasında hava ile rüzgârın güçlerini karşılaştırmış ve Aristoteles'in haklı olabilmesi için havanın şiddetinin rüzgârın şiddetinden daha fazla olması gerektiği sonucuna varmıştır. Oysa bir ağacın yakınından geçen bir ok, ağaca değmediği sürece, ağaçta ve yapraklarında en ufak bir kıpırdanma yaratmazken, rüzgâr, ağaçları sallamakta ve hatta kökünden kopartabilmektedir; öyleyse havanın şiddeti, cisimleri taşımaya yeterli değildir.
 
İbn-i Sinâ, her şeyden önce bir hekimdir ve bu alandaki çalışmalarıyla tanınmıştır. Tıpla ilgili birçok eser kaleme almıştır; bunlar arasında özellikle kalp-damar sistemi ile ilgili olanlar dikkat çekmektedir. Ancak, İbn-i Sinâ dendiğinde, onun adıyla özdeşleşmiş ve Batı ülkelerinde 16. yüzyılın ve Doğu ülkelerinde ise 19. yüzyılın başlarına kadar okunmuş ve kullanılmış olan "el-Kânûn fî't-Tıb" (Tıp Kanunu) adlı eseri akla gelir.

Beş kitaptan oluşan bu ansiklopedik eserin birinci kitabı, anatomi ve koruyucu hekimlik, ikinci kitabı basit ilaçlar, üçüncü kitabı patoloji, dördüncü kitabı ilaçlarla ve cerrahi yöntemlerle tedavi ve beşinci kitabı ise çeşitli ilaç terkipleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir.

İbn-i Sinâ'nın söz konusu eseri incelendiğinde, konuları sistematik bir biçimde incelediği görülür. Tarihte ilk defa, tıp ve cerrahiyi iki ayrı disiplin olarak değerlendiren İbn-i Sinâ, cerrahi tedavinin sağlıklı olarak yürütülebilmesi için anatominin önemini özellikle vurgulamıştır. Hayati tehlikenin çok yüksek olmasından ötürü pek gözde olmayan cerrahi tedavi ile ilgili örnekler vermiş ve ameliyatlarda kullanılmak üzere bazı aletler önermiştir.

Gözle de ilgilenmiş olan İbn-i Sinâ, döneminin seçkin fizikçilerinden İbn-i Heysem gibi, Göz-Işın Kuramı'nı savunmuş ve üst göz kapağının dışa dönmesi, sürekli beyaz renge veya kara bakmaktan meydana gelen kar körlüğü gibi daha önce söz konusu edilmemiş hastalıklar hakkında da ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştur.

 

RAMAZAN BAYRAMI HAKKINDA ÖNEMLİ BİLGİLER

 

Ramazan Bayramı Hicri takvimine göre Şevval ayının ilk üç gününde ihya edilen dini bir bayramdır. İslam dinine göre Ramazan Bayramı Hicri takviminin dokuzuncu ayı olan Ramazan ayının ardından onuncu ay olan Şevval ayının ilk üç günü içinde kutlanan bir dini bayramdır.

Ramazan bayramını Arapçadaki adı ‘îd el-fitr (Arapça: عيد الفطر) Anlamı ise «Fitre bayramı»dır. Fitre bayram namazından önce verilmesi gereken ve İslam dinince gerekli ( farz) bir ibadettir. Ülkemizde bu bayramda çocuklara şeker hediye edilmesinin gelenek haline gelmiş olmasıdan dolayı Şeker Bayramı da denilmektedir.

Ramazan Bayramının Sabahı Bayram Namazı Kılınır?

Ramazan bayramı, Ramazan ayı boyunca tutulması farz kılınan orucun da sonunu ifade eder. Ramazan ayı bitişiyle oruç da biter ve Ramazan bayramının ilk günü olan Şevval ayının birinci gününde oruç tutulmaz ve tutulması da caiz değildir. Ramazan bayramının bu ilk günün sabahında tüm camilerde bayram namazı kılınır.

 

Ramazan Bayramında Aileler Kaynaşır

                                                                                                                                Ramazan bayramı bütün ailelerin bir araya gelip beraberce eğlendiği, kaynaştığı ve ailenin önemini vurgulandığı bir bayramdır. Bu günlerde bütün insanlar çok özenli giyinirler. Özellikle çocuklar bayramlıklarını giyerler. Ramazan bayramında ailelerin gençleri daha yaşlı olan bireyleri ziyaret ederler ve büyüklerin elleri öpülür. El öpen çocuklara büyükler tarafından harçlık verir. Tatlılar, şekerler, çukulatalar sunulur. Ramazan bayramlarında baklava en çok sevilen ve ikram edilen tatlılardandı. Ayrıca küs olanların bayram sebebiyle barışması da bir bayramın getirmiş olduğu güzelliklerdendir.

Ramazan Bayramı Tatili

Ramazan bayramı boyunca (3 gün) nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde genellikle resmi tatil ilan edilir ve bu tatillerde zikretmiş olduğumuz ziyaretlere eğlencelere yer verilir.

 

 

AREFE GÜNÜ DUA VE ZİKİRLERİ


 Arefe Günü ve Yapılması Gerekenler

Günümüzde arefe, bayramın bir önceki günü olduğu için dünyalık telaşların en yoğun olduğu bir gün olarak yaşanmaktadır. Oysa ki arefe insana verilen en kıymetli vakitlerden biridir.

Arefe, Kurban Bayramından bir önceki gün, hicrî takvime göre Zilhicce ayının 9. günüdür. Başka güne arefe denmez. Ülkemizde Ramazan Bayramının bir önceki gününe de arefe denmiştir. Resulullahın (sav) bildirdiğine göre:

“Günlerin en faziletlisi arefe günüdür. Faziletçe cumaya benzer. O, cuma günü dışında yapılan yetmiş hacdan faziletlidir. Duaların en faziletlisi de arefe günü yapılan duadır. Benim ve benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli söz de: Lailahe illallah vahdehu la şerike lehu. (Allah birdir, ondan başka ilah yoktur, O’nun ortağı da yoktur) sözüdür.” (Muvatta, Hacc 246)

Hazreti Aişe (ra) anlatıyor:

“Allah, hiçbir günde, arefe günündeki kadar bir kulu ateşten çok azat etmez. Allah mahlukata rahmetiyle yaklaşır ve onlarla meleklere karşı iftihar eder ve:

“Bunlar ne istiyorlar?” der.” (Müslim, Hacc 436)

Resulullah(sav):

“Arefe gününe hürmet edin! Arefe, Allah’ın kıymet verdiği bir gündür.” diyerek Allahu Teâlâ’nm kıymet verdiği günü hürmet ederek bilinçli bir şekilde yaşamaya gayret etmemizi istemiştir. Hürmet, verilen nimeti idrak etmekle ve verileni bilmekle, görebilmekle başlar. Arefe gününü günahlara girmeden oruçla, duayla, istiğfarla geçirmek kullarını arefe gününde bağışlayacağını müjdeleyen Allahu Teâlâ’ya hürmetin ve şükrün bir ifadesidir. (Deylemi)

Hazreti Ömer (r. a) ile Yahudi arasında geçen konuşmada arefe gününün önemini göstermektedir:

Hazreti Ömer’in halifeliği zamanında Yahudilerden birisi: “Ey Ömer, siz bir âyet okuyorsunuz ki, o âyet bize inseydi o günü bayram olarak kutlardık.” dedi.

O âyet, Maide sûresinin üçüncü âyetiydi. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştu:

“Bugün, sizin dininizi kemale erdirdim ve size nimetimi tamamladım.”

Bu âyet, hicri onuncu yılda, Veda Haccı’nda, arefe günü olan cuma günü ikindiden sonra, Peygamber Efendimiz Arafat’ta “Adba” adındaki devesinin üzerinde vakfede iken nazil olmuştu. Deve vahyin ağırlığına dayanamayarak yere çökmüştü.

Hz. Ömer’e Yahudiden hangi âyet olduğunu öğrenince şöyle dedi:

“Biz o günü ve o gün bu âyetin Hz. Peygambere (sav) nail olduğu yeri biliriz. Cuma günü arefede bulunuyordu.” demiş ve o günün bayramımız olduğuna işaret ederek arefe gününün önemini belirtmiştir.

Arefe günü, Hazreti Âdem (as) ile Hazreti Havva’nın Arafat’ta buluştukları gündür.

Tevriye, arefe gününden bir önceki güne denir. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle, buyurmuştur:

“Tevriye günü oruç tutan ve günah söz söylemeyen Müslüman cennete girer.”

Bugün tutulan oruç, bin gün nafile oruca bedeldir. Aynca geçmiş ve gelecek yılda yapılan tövbelerin kabul olmasına da sebep olur.

Arefe günü oruç tutmak da çok sevaptır. Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Arefe günü oruç tutana, Âdem aleyhisselâmdan, Sûr’a üfürülünceye kadar yaşamış bütün insanların sayısının iki katı kadar sevap yazılır.”

“Arefe günü tutulan oruç, bin günlük nafile oruca bedeldir.”

“Aşure günü orucu bir yıllık, arefe günü orucu da, iki yıllık nafile oruca bedeldir.”

Arefede tutulan oruç, iki bin köle azat etmeye, iki bin deve kurban kesmeye ve Allah yolunda cihâd için verilen iki bin ata bedeldir.”

“Arefe günü tutulan oruç, biri geçmiş, biri de gelecek yılın günahlarına kefaret olur.”

Arefe günü özellikle bin adet İhlas okumak büyük zatlar tarafından tavsiye edilmiştir. Hadis-i şeriflerde İhlas sûresini okumanın kul borcu hariç diğer günahların affedilmesine vesile olacağı söylenmiştir.

“Arefe günü Besmele ile bin İhlas okuyanın günahları affedilir ve duası kabul olur.”

“Peygamber (sav) arefe akşamı ümmetinin affedilmesi için dua etti. Duasına, ‘Muhakkak ki ben zalimden başkasını mağfiret ettim.’ diye cevap verildi. ‘Zalimden ise mazlumun hakkını alırım.’ buyruldu. Resul-i Ekrem:

‘Ey Rabbim, dilersen mazluma cennette mükafatını verir zalime de mağfiret edersin.’ diye dua etti ise de Arafat’ta bu duasına Allahu Teâlâ’dan kabul gelmedi. Sabah vakti Müzdelife’de aynı duayı tekrarladı. Bu defa duası kabul edildi. Resulullah memnuniyetinden ve sevincini belli ederek güldü. Bunun üzerine Ebu Bekir ve Ömer (ra):

‘Anam babam size feda olsun, bu saatte siz gülmezdiniz, sizi güldüren nedir?’ diye sordu. Resulullah(sav):

‘Allah’ın düşmanı İblîs, Allahu Teâlâ’nın duamı kabul ederek ümmetimi affettiğini anlayınca toprağı alıp başına çalmaya ve vay sana helak oldun diye feryada başladı. İşte Şeytan’ın görmüş olduğum bu feryadı beni güldürdü, buyurdu.”

Arefe gününe saygılı olmalı, o gün hacılar Arafat’ta vakfe yapıp dua ederken manen onların yanında olduğumuzu hissederek dualarına iştirak edilmelidir. Böyle bir günde bizi günaha sokabilecek her şeyden uzak kalmak gerekmektedir.

“Günümüzde arefe, bayramın bir önceki günü olduğu için dünyalık telaşların en yoğun olduğu bir gün olarak yaşanmaktadır. Oysa ki arefe insana verilen en kıymetli vakitlerden biridir.

Bugünler ibadet ve affedilme günleridir. Hacıların Arafat’ta “Lebbeyk (Buyur Rabbim)” diyerek dil, ırk, ten ayırımı yapılmaksızın bir araya geldiği mahşer gününü hatırlatan, kulluğun Allahu Teâlâ’ya dualarla, telbiyelerle arz edildiği en kıymetli zaman dilimidir. Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Duanın faziletlisi, arefe günü yapılanıdır.” (Beyheki) “Allahu Teâlâ, arefe günü kullarına nazar eder. Zerre kadar imanı olanı affeder.”

Allahu Teâlâ bazı geceler duaların reddedilmeyeceğini Peygamber Efendimize (sav) bildirmiştir.

Rahmet kapılarının açıldığı dört mübarek gece şunlardır :

1- Fıtr (Ramazan) Bayramı gecesi,

2- Kurban Bayramı gecesi,

3- Terviye gecesi (Zilhicce ayının 8. gecesi),

4- Arefe gecesi, (Isfehani)

Arefe gününü ve gecesini ibadetle geçirmek çok faziletlidir. Saadet-i Ebediyye’de arefe gecesini ibadetle geçirenin cehennemden azat olacağı söylenmiştir.

Arefe günü günahlardan uzak kalanın da bağışlanacağı Resulullah (sav) tarafından müjdelenmiştir.

“Arefe günü Resulullahın (sav) yanında bulunan bir genç, kadınları düşünüyor ve onlara bakıyordu. Resulullah (sav) eliyle birkaç defa gencin yüzünü kadınlardan çevirdi. Genç yine onları düşünmeye başladı. Resulullah (sav):

- Kardeşimin oğlu, bugün öyle bir gündür ki, bugünde herkesin kulağına, gözüne ve diline sahip olursa günahları bağışlanır, buyurdu.” (Müsned)

Arefe Günü Yapılması Tavsiye Edilenler :

1- Arefe gününün sabah namazının farzından sonra teşrik tekbirleri getirilmeye başlanmalıdır.

2- Arefe günü oruç tutulmalıdır.

3- Arefe gününe hürmet edilmeli, günaha girmemeye dikkat edilmelidir.

4- Arefe günü çok dua ve istiğfar edilmelidir.

5- Arefe günü 1000 âdet İhlas-ı şerif okunmalıdır.

 

 

Sokak Çocuklarına Şefkat Haftası

 

Çocuk Esirgeme Kurumu, Türkiye’de yoksul ve korunmaya muhtaç çocuklara ve ailelere bakım, eğitim, sağlık, kültür hizmetlerini sistemli bir biçimde sunmak için oluşturulmuş bir kurumdur. Bu kurumun girişimleri ile her yıl Sokak Çocuklarına Şefkat Haftası çeşitli etkinliklerle  kutlanmaktadır. İlk defa 1997’de kutlanmaya başlanan Sokak Çocuklarına Şefkat Haftası her yılın 24 Mayıs–30 Mayıs Tarihleri içine alan günlerde tüm yurtta kutlanmaktadır. 

Hertürlü kötülüğün pençesine yakalanabilecek savunmasızlıkta olan,elinde kitap olması gerekirken sigara veya uyuşturucu olan,gece sıcacık yatağında uyuması gerekirken kaldırım kenarları,köprü altlarında uyuyan,aile olmanın huzuruyla hazırlanmış yemeğini yemesi gerekirken çöp yuvalarında ekmek arayan,anne-baba şefkati görmesi gerekirken istismar edilen bu çocuklar bizim çocuklarımız..

Onların kaderi bu olmamalı,herbirimiz toplumun birer bireyi olarak bu konuda sorumluluk hissetmeliyiz.Onlara şefkatle yaklaşmalı ve topluma faydalı birer birey olarak kazandırmak için elimizden geleni yapmalıyız.



Peki ne yapılabilir?
En önemlisi onları sahiplenmeli,önemsemeli,hoşgörüyle yaklaşmalıyız.Onların bu ortamdan uzaklaştırılabilmesi adına bakımevleri oluşturulup çeşitli dallarda eğitim verilebilir.Bizler toplumun bireyleri olarak onları dışlamadan kazanmaya çalışmalıyız.

 

 

20-26 MAYIS İSTİHDAM HAFTASI




İstihdam kelime anlamı olarak kullanma veya çalıştırma demektir. Bir ülkede, bir

yıldaki ekonomik faaliyetlere katılacak durumda olan insan gücünün kullanılması

veya çalışma derecesi istihdamı göstermektedir. Ekonomik ve

sosyal politikaların temel amaçlarından biri olan istihdam, iktisat ekollerinin de

temel uğraşı alanı olmuştur. Devletin müdahale gerekçelerinden birini oluşturması

nedeniyle, farklı istihdam ekollerinde farklı istihdam teorileri söz konusudur.




İşgücü piyasasına müdahalede kullanılan araçlar çeşitlilik göstermekle birlikte

temelde “aktif” ve “pasif” istihdam politikaları başlıkları içerisinde

şekillenmektedirler.




Aktif İstihdam Politikaları




Aktif istihdam politikaları, işsizlerin iş bulma zorluklarını giderme, yeni istihdam alanları açma, emek arz ve talep dengesini sağlama gibi temel ilkeler üzerine

kurulmuştur. Bir nevi işsizlik öncesi istihdamı koruyucu ve artırıcı politikalar bütünü olarak tanımlayabiliriz. Bu kapsamda aktif istihdam programları; meslek danışmanlığı, kariyer yönetimi hizmetleri, iş arama stratejileri ve çeşitli meslek eğitimlerini içermektedir.




Pasif İstihdam Politikaları




Pasif istihdam politikaları ise işsizliğin olumsuz sonuçlarını telafi etmeyi amaçlayan ve ilgililere belirli bir ekonomik güvence sağlamaya yönelik kısa vadeli programlardır. Bunlar genelde işsizlik sigortası, işsizlik yardımı, iş kaybı tazminatı, kısa dönem ödeneği gibi işlemleri kapsamaktadır.

 

 

19 MAYIS 1919 ÖNEMİ

 

Atatürk Samsun19 Mayıs 1919 Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başladığı gündür. I. Dünya Savaşı sonunda ülkemizin birçok yeri savaşı kazanan devletler tarafından işgal edilmişti. Yurdumuzu bu durumdan kurtarmak için Atatürk, 16 Mayıs 1919’da “Bandırma Vapuru” ile İstanbul’dan Samsun’a hareket etti. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a vardı ve burada Kurtuluş Savaşını başlattı.Üç yıl süren savaşlar sonunda ülkemiz yabancı güçlerden kurtarıldı. 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi. Atatürk’ün, Samsun’a varış tarihi olan 19 Mayıs günü Ata’nın isteği üzerine “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanmaktadır.

 

 

 

Atatürk Türk gençliğini seviyor, onlara güveniyor ve Türkiye’nin geleceğini onların ellerine bırakmaya çekinmiyordu. Gençliğe bıraktığı bu önemli görevi söylevinde şöyle dile getiriyordu Atatürk: “Ey Türk Gençliği! Birinci ödevin; Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini sonsuzluğa değin korumak ve savunmaktır. Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel senin en değerli güven kaynağındır.”

 

19 MayısAtatürk, “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur!” sözü ile başarılı olabilmenin bir koşulunun da sağlıklı olmak olduğunu, sağlıklı olmak için de spor yapmak gerektiğini vurgulamıştır.

 

Her yıl 19 Mayıs günü Gençlik ve Spor Bayramımız yurdun her yanında spor gösterileri ve törenlerle kutlanır.

 

19 Mayıs; 1981 yılından bu yana “Atatürk’ü Anma Günü” olarak da kutlanmaktadır. Bunun nedeni Atatürk’ün bir söyleşi sırasında: “Ben 19 Mayıs’ta doğdum” demiş olmasıdır.

ARTIK HİÇ KİMSE BAKICISIZ KALMAYACAK..!

SİZE EN UYGUN BAKICI BURADA..!

KONYA"DA 
-YAŞLI HASTA BAKICISI, 
-BEBEK ÇOCUK BAKICISI,
-EVLERE YARDIMCI ELEMANLAR, "TEMİZLİK ELEMANLARI,
-KURUMSAL FİRMALARA PERSONELLER,
-AŞÇILAR,
-ŞOFÖRLER,
-SEKRETERLER,
DAHA BİR ÇOK ALANDA PERSONELİ BİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ..

AYRICA ÇALIŞMAK İSTEYENLERE MÜJDE..!
ARTIK BAKICI TEYZE SİZSİNİZ!
SİZ OLABİLİRSİNİZ..!
LÜTFEN BİZE ULAŞIN..!

ADRES:
Aksinne Mah. Gazhane Sk. No:22/C-4 Meram/Konya
GSM:
0 553 739 50 56
0 552 209 43 63
0 332 353 44 31
Web adresimiz 
isistasyonum.net
E-mail adresimiz
info@isistasyonum.net

 

YAŞ GRUPLARINA GÖRE BEBEK/ÇOCUK BAKIMI

0-3 yaş grubuna doğan bebeklerin bebek hemşiresi veya profesyonel dadı bakmalıdır. Tecrübe çok önemlidir.
0-3 yaş grubu bebeklerin iyi bakıma ihtiyacı vardır. Örneğin;

0-6 Haftalık (yeni doğan); İlk üç hafta istem dışı ses çıkarmalar yani rastgele sesler.
3-6 Ay; Açlık veya rahatsızlığa bağlı ağlamalar. Başkaların çıkarttığı seslere tepkili cevap verirler. Mutlu bebek cıvıldar. Onunla konuşan kişiye bakar.
6-9 Ay; Duyduğu sesleri taklit eder ve tekrarlar. Konuşan kişiyi gözleriyle ararlar. İsmi söylendiğinde sesin geldiği yöne doğru bakar, hece tekrarları yapar.
9 – 12 Aylık bebekler; Heceler bebekler için diğer insanlarla iletişim ve etkileşim kurmanın yoludur. Anlamsız ama akıcı cümleler kurar. Bu bebek dilidir.
1 -2 Yaş Dönemi; Nesnelere işaret eder. Anne, baba, abba, abi gibi kelimeler kurar.
18 Aylıkken en az 10 sözcük kullanması beklenir. 2 yaşında ise en az 50 kelime kullanır.
2 – 3 Yaş Dönemi: 5 vucut organını bilir. Lütfen ya da teşekkür ederim der. Resimli hayvanları tanır. “Annem nerede” gibi 2-3 kelimeli cümleler kurabilir.

Çocuk gelişimini desteklemek için çocuğun isteklerine, ilgi alanına, zevk aldığı ilgi alanlarına önem vermek ve takip etmek gerekir.
0 – 3 yaş yeme, içme alanı gelişim basamakları

0 -3 aylık bebek biberonunu veya anne memesini görünce hareketlenir. Elini kolunu sallar, kaşık veya biberon yaklaşınca ağızını açar.
3 – 6 ylık; Açlığını belli eder. ellerini annesinin memesine uzatır veya biberonunu tutar. Püre, lapa halindeki yiyecekleri emer ve yutar.
6 – 9 Aylık; Yardımla bardaktan su içer. Pütürlü püre halindeki yiyecekleri ağzında ezer ve yutar. Bisküvileri yer.
9 – 12 Aylık; Kaşıkla ağızına yiyecekleri götürmeye çalışır, ısırır.
12 – 15 Aylık; Bardaktan yardımsız su içer ama dökerek. Kaşığıyla kendi kendine yemek yer.
18 – 24 Aylık; Dökmeden bardaktan su içebilir ve kaşıkla yemek yer.
2 – 3 Yaşında; Kamışla meyve suyu vs. içer ve yiyecekleri çatalla yemeye başlar.

1-3 Yaş Arası Giyinme Becerileri
12 – 15 Aylık; Şapkasını, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarabilir.
15 – 18 Aylık; Kollarını ve bacaklarını hareket ettirerek giyinmeye yardımcı olur, şapkasını takar.
18 – 24 Aylık; Giyisilerini çıkartabilir ve giyinebilir.
2 – 3 Yaşında; Çoraplarını, ayakkabılarını, pantolonunu ve kazağını giyebilir.

1-3 Yaş arası hijyen becerileri

18 – 23 Aylık; Altı ıslandığında haber verir, ellerini yıkamayı bilir.
24 – 29 Aylık; Tuvaletini geldiğini belli eder, çişini tutup söyleyebilir.
30 – 35 Aylık; Tuvalette pantolununu kendi başına indirebilir, kakasını tutup, söyleyebilir. Kendi kollarını, bacaklarını yıkar, yardımla dişlerini fırçalar.

OYUN;Çocuklar için oyun çok önemlidir. Oyunun önemi, çocukların hoşça vakit geçirmeleri için yapılır. Oyun akranlarıyla bağı güçlendirir.
Sosyal, duygusal gelişimi ilerletir. Keşfetme davranışını güçlendirir.
Oyunun önemi; çocuklar oyun yoluyla gerçek yaşamda gözlemledikleri nesneleri, olayları deneyerek tatbik eder. Böylelikle uygulayarak öğrenme fırsatı kazanmış olurlar. Oyunun doğasında deneme, yanılma yöntemi sayesinde öğrenirler.



İŞ İSTASYONUM ÖZEL İSTİHDAM BÜROSU OLARAK KONYADA HİZMETİNİZDEYİZ..!

Hastalarınıza yaşlılarınıza bebek ve çocuklarınıza kendi yakınımız gibi bakacak kişileri sizin için buluyoruz..

Çiftliklere ve villalara yardımcı aile hizmetleri

 

Villa veya çiftliğin özellikleri, iş beklentileri ve aranılan nitelikler göz önünde bulundurularak gelen talep doğrultusunda yatılı veya gündüz olmak üzere aile hizmeti desteği sağlanır.

Evinizin ya da Villanızın işlerinde en iyi şekilde size yardımcı olacak eşler.

Bu konuda tecrübeli, güvenilir gerektiğinde referans verebilirler.

 

Görev Tanımları

 

Günlük Ev işlerinin (Yemek-temizlik-ütü-çamaşır vs.) tamamını yapılması,

Bahçe ve dış mekân bakımının yapılması,

Alış veriş işlerinin yapılması,

Çalışma Şekli Yatılı

 

Yatılı tam zamanlı haftada bir gün 24 saat izin kullanırlar aile ile yapılan anlaşma gereği hafta içi veya hafta sonu izin kullanılır.

 

Çalışma Şekli Gündüzlü

 

Günde 8 veya 9 saat çalışırlar – Cumartesi veya Pazar izin kullanırlar.

 

Talebinizin firmamızca alınması

İş istasyonum profesyonellerinin talep sahipleriyle temasa geçerek aranılan bilgi beceri ve yetkinlikleri belirlemesi

Elaman bilgi bankasından beklentilere uygun adayların tespit edilmesi

Adayların talep sahiplerine teklifi ve uygun bulunması halinde tarafların görüşmelerinin sağlanması.

Görüşme sonucunda tarafların anlaşması halinde diğer prosedürler tamamlanması.

Elemanın gerekli güvenlik soruşturması ve sağlık raporunun alınarak iş başı yaptırılması

 

Takip süreci ile danışmanlık hizmetinin 3 ay olarak devam etmesi

Ev İşlerine Yardımcı Hizmetleri

 

Personel seçiminde aradığınız kriterler göz önünde bulundurularak bu konuda deneyimli olan elemanları talep sahipleri ile görüştürerek en uygun elemanın seçiminde danışmanlık hizmeti verilmektedir.

 

Ev işlerinde size yardımcı olarak ihtiyaçlarınıza tam cevap vermek üzere bilgilendirilmiş yardımcılar. Güvenilir, referans verebilecek, işlerinde tecrübeli eleman hizmetlerimiz bulunmaktadır.

 

Görevleri

 

Günlük ev işlerinin tamamını yapmak (Yemek, Ütü, temizlik, çamaşır, bulaşık)

 

Çalışma şekli

 

Yatılı tam zamanlı haftada bir gün 24 saat izin kullanırlar aile ile yapılan anlaşma gereği hafta içi veya hafta sonu izin kullanılır.

 

Gündüz hafta içi veya talebiniz doğrultusunda hafta sonu cumartesi dahil çalışır. Pazar günü izin kullanır.

 

Part-time, haftanın belli gün ve ya saatlerinde talebinize göre hizmet verir.

 

İşlem Süreci

 

Talebinizin firmamızca alınması

Personelle  temasa geçerek aranılan bilgi beceri ve yetkinliklerin belirlemesi

Eleman bilgi bankasından beklentilere uygun adayların tespit edilmesi

Adayların talep sahiplerine teklifi ve uygun bulunması halinde tarafların görüşmelerinin sağlanması.

Görüşme sonucunda tarafların anlaşması halinde diğer prosedürler tamamlanması.

Elemanın gerekli güvenlik soruşturması ve sağlık raporunun alınarak iş başı yaptırılması

 

Takip süreci ile danışmanlık hizmetinin 3 ay olarak devam etmesi

 

A) Evde veya hastanede hemşirelik hizmetleri

 

Konusunda uzman hemşirelerle; özenli bakım ve şefkate her zamankinden daha çok gereksinim duyulan yaşlılık ve hastalık dönemlerinde ilgi ve sevgiyi bilinçli bakım hizmeti ile bütünleştirerek sunmaktayız.

Bilinçli bakım ve ilgi ile psikolojik bedensel iyileşme süreci hızlanacak hastanız kontrol altında sağlığına kavuşacaktır.

 

Evde hemşirelik hizmetlerinde amaç

 

Hastanede başlamış tedavinin evde sürdürülmesi

Hastanede cerrahi veya dahili tedavi uygulanmış hastanın hastanede kalış süresinin doktor onayı ile kısa tutularak, aynı standartların evde sürdürülmesi

Hastanın hastane enfeksiyonlarından korunarak evde iyileşme sürecinin hızlandırılması.

 

Evde kronik hasta takibi

 

Genellikle klinik durumu bozuk, felç veya kanser gibi uzun süreli bakım ve tedavi gerektiren hastalara daha rahat edebilecekleri kendi ev ortamlarında hemşirelik hizmeti sağlanması.

Bu hizmet evde sürekli, süreli veya kısa süreli hemşire viziteleri ile gerçekleştirilir.

 

B) Evde veya hastanede hastabakıcı hizmeti

 

İyileşme sürecine girmiş ve klinik tablosu düzelmiş hastalara, evde ve hastanede hastabakıcı desteği sağlanır

 

Bu hizmetler talebi karşılamaya yönelik, yatılı, gündüzlü veya yarı zamanlı olarak verilmektedir…

GÜNLÜK EV TEMİZLİĞİNİN PÜF NOKTALARI

Kötü kokular

Evinizdeki kötü kokulardan kurtulmak için bazı önlemler alabilirsiniz. Örneğin sigara kokusunu gidermek için salonun bazı yerlerine birer tabak içinde sirke koyun. Çöp torbasından yayılan kötü kokular için kutuya limon kabuğu ve buz parçaları koyun.

Toz alırken

Zeminin tozunu almak istediğiniz zaman bir gazete kâğıdını kenarlarından ıslatın ve yere bastırın. Sonra kâğıdı katlayın. Tozdan böylece kurtulursunuz. Tahta döşemelerin tozunu almak için gazete kâğıdı çok kullanışlıdır.

Mürekkep lekeleri

Duvardaki mürekkep lekelerini çıkarmak için bir çay fincanı suya bir yemek kaşığı çamaşır suyu ilave edin. Pamuklu bir bezi bu karışımla ıslatıp lekeli yeri silin.

Duvarları silerken

Evinizin duvarlarını sileceğiniz zaman hafif bir deterjanı suyla karıştırın. Duvarları bu karışımla aşağıdan yukarı doğru silmeye başlayın. Bu şekilde davranınca duvarda leke kalmasını önlersiniz.

Elma kabukları

Yediğiniz elmaların kabukların atmayın. Bunları güzelce kaynatın. Suyuyla tencerelerinizi ve mutfak takımlarınızı yıkayın. Her şeyin pırıl pırıl olduğunu göreceksiniz

Kireçlenmelere karşı

Çaydanlıkların içleri zamanla kireç bağlar. Çaydanlığınızı temizlemek için baş vurabileceğiniz pek çok yöntem vardır. Bunlardan en etkilisini hatırlatalım. Çaydanlığı suyla doldurup kaynatın. İçine bir yemek kaşığı limon asidi koyun.

Teflon tavalar

Sudaki mineraller ve nişastalı yiyecekler, teflon tavalarda beyaz leke bırakabilir. Böyle durumlarda tavayı, limon suyuna ya da beyaz sirkeye batırılmış süngerle silmeyi ihmal etmeyin

Yemek yanınca

Yemeği ocakta unuttunuz ve tencerenin dibi yandı. Tencerenin dibinde kalan yanık yiyecekleri temizlemek zor gelebilir. Tencereyi suyla doldurup yarım çay fincanı tuz atın. Yirmi dakika kaynattıktan sonra kapağını kapatıp bir gece bekletin.

Boya yaparken

Evinizde boya badana yaparken kapı tokmaklarına boya sürülmesinden korkarsınız. Daha sonra bu boyayı çıkarmak güç olur. Siz en iyisi kapı tokmaklarını ve pencere kollarını alimünyum folyo ile sarın. İki iş yapmaktan kurtulursunuz.

Pencere camları

Pencerelerinizde camları tutan macunlar dökülmeye başlarsa, onları yeniden macunlatmanız gerekecek. Ama bunu yapıncaya kadar, dökülen macunları tırnak cilasıyla yapıştırın. Bir süre rahat edersiniz.

BAKICIDA DİKKAT EDİLMESİ GEREKENLER

Çocuğunuzu kime emnet edeceksiniz?

 

Prof. Dr. Murat Tuncer; mükemmel anne-baba olmak isteyen aileler için hazırladığı `Çocuk Sağlığı Rehberi` adlı kitabında ailelerden kendisine gelen soruları ve önerilerini anlattı. Tuncer çocuk için doğru bakıcı bulmak için 10 püf noktası olduğunu anlattı:

 

1- Bakıcı seçerken mutlaka diksiyonunun düzgün olmasına dikkat edin. Çünkü özellikle bebekler, yedinci aydan itibaren çevresinde konuşulan dili öğrenmeye başlar ve hafızalarına her şeyi kaydeder. Yakınlarında birlikte oldukları kişinin konuşmasının bozuksa, ilk kelimelerden itibaren aynı yanlışları bebeğinizde de görebilirsiniz. Yani diksiyon önemli!

 

2- Bir bakıcıda aramanız gereken en önemli vasıf, çocuklara karşı gerçekten sevgi dolu olmasıdır. Çocuğa yönelik sert uyarılar, o­nu sevgi yoksunu yapabilir. Bakıcılar nedeniyle otistik bulgular gelişen bebek sayısı hiç de az değildir. Bakıcının cinsel organına vurarak cezalandırdığı çocuklarda, ergenlik döneminde önemli sorunlar ortaya çıkabilir.

 

3- Bir bakıcıyı işe alırken mutlaka çok iyi tanıdığınız birinin referansını arayın ve o­na göre kararınızı verin.

 

4- Yeni işe başlayan bakıcınızla gerekirse izin alarak bir süre birlikte evde olun ve çalışmasını gözleyin.

 

5- Kendi çalışma prensiplerinizi öğretin. Özellikle bebek bakımı, temizlik konusunda en ufak bir taviz vermeyin ve bu konuda çok titiz olduğunuzu hatırlatın.

 

6- Bebeklerin hislerine güvenin. Birlikte olmak istemediği bir bakıcıya bebeğinizi bırakmayın.             

                 ÇOCUK VE BEBEKLERİN BAKIMI

          Çalışan ailelerin en büyük sorunlarından bir tanesi de çocuk bakmaktır. Özellikle doğumundan sonra yavrunuzu kime emanet edeceğiniz endişe vericidir. Çocuğunuzu emin ellere teslim etmek en doğal hakkınız.Çocuklar enerji doludur. Koşmak ister , her şeyi öğrenmek ve sormak isterler. Onların bu hareketliliğine ayak uyduracak ruhsal ve kültürel yönden kendisini geliştirmiş kişileri seçiyoruz. Burada önemli olan sadece bakıcı bulmak değil; çocuğunuzu emanet edeceğiniz, eğitimli, donanımlı, titiz ve çocuğunuza hassas davranabilen , empati yapabilen donanımlı kişileri seçiyoruz.

           Bize başvuran adaylarda sorumluluk sahibi, işe zamanında gelmesi, yalan söyleyip söylememesi gibi konularda, titiz bir ön eleme yaparak sizlerin beğenisine sunuyoruz    

  Bize başvuran adaylarda sorumluluk sahibi, işe zamanında gelmesi, yalan söyleyip söylememesi gibi konularda, titiz bir ön eleme yaparak sizlerin beğenisine sunuyoruz

                   BEBEK VE ÇOCUKLARIN BAKIMI

             -Günlük sosyal gelişimine katkı sağlamak

             -Beslenme desteği

             - Temel ihtiyaçlarının sağlanması

             -Gün içerisinde arkadaşlık ve sohbet etkinliği

             - Kişisel ihtiyaçlarının belirlenmesi

             -Alerjisi olabilecek unsurlar varsa dikkat edilmesi

             -Yatılı bakıcılar bir gün(24 saat )izin kullanabilir

 

             -Gündüzlü bakıcılar ortalama 8-10 saat çalışırlar

TEMİZLİK PERSONELİ

Eviniz ; yorgunluğunuzu attığınız ,  belkide dinlenmeye tek vakit bulduğunuz yer.Her kadın evine geldiğinde mutlu, huzurlu günün yoğun temposundan kurtularak evinin temiz ve pırıl pırıl olmasını ister. Her kadın çalıştığı için ya da kendisine zaman ayırmak istediği için bir yardımcıya ihtiyaç duyar. Sizlerin daha az yorulup kendinizine daha çok zaman ayırarak yaşam kalitesini yükseltmek için kurumumuz olarak sizlere hizmet vermekteyiz.

Kururumuz sizlere ev işlerinde yardımcı olabilecek, yükünüzü omuzlarınızdan alabilecek , işinde kendisini yetiştirmiş personelleri size sağlıyoruz

 

TEMİZLİK PERSONELİ GÖREV TANIMI

-Yemek ,ütü ,çamaşır, bulaşık

-Yerlerin süpürülmesi ve vileda ile silinmesi

-Günlük işlerin yapılması(alış veriş, çocuğun okuldan alınması)

-Detaylı ve itina ile çalışılması

-Uygun yerde uygun malzemenin kullanımı

-Özel alana ve özel eşyaya saygı

 

-Ev sahibine saygı

Hasta ve Yaşlı Bakıcı Hizmetleri

• Günlük yaşam aktivitelerinin desteklenmesi

• Kişisel temizlik yardımı

• Tuvalet / banyo desteği

• Giyinme / soyunma desteği

• Ağızdan verilen ilaçların hazırlanması ve takibi

• Hayati bulgu takibi (Nabız / tansiyon / solunum / ateş ölçümü)

• Beslenme desteği

• Arkadaşlık / sohbet ve vakit değerlendirme

• Egzersiz desteği

Çocuk bakıcısı adaylarında dikkat ettiğimiz hususlardan bazıları;

Bebek ve çocuk bakımı yapabilecek nitelikler taşıması,

Mesleki eğitim almış olan adaylara öncelik verilmesi,

Özel yaşantısının düzenli olması,

Dış görünümüne ve hijyenine önem vermesi,

Güleryüzlü, sevecen, sabırlı ve saygılı olması,

 

Referanslı ve/veya tecrübeli olmasıdır.

 

 

 

 

 

 CAM TEMİZLİĞİ:

 

 

1-Elma sirkeli su

-Az bir miktar gliserin damlatılıp karıştırılarak silinir.

-Gazete ili parlatılırı.

NOT:Gliserin buğulanmayı önler. Çabuk kirlenmeyi önler.

 

2-Şekersiz  sıcak çay(Erkan Şamcı)

 

DUVAR TEMİZLİĞİ:

-1 litre sıcak su

-1 çay bardağı elma sirkesi

-2 yemek kaşığı arap sabunu

Karıştırılır ve nemli bez ile silinir.

 

YATILI BEBEK BAKICISI    

Yatılı bebek bakıcısı, haftada bir gün (24 saat) izin kullanır.Aile ile yapılan anlaşmaya göre bu izin günü hafta sonu veya hafta içindeki bir gün olabilir.

 

GÜNDÜZLÜ BEBEK BAKICISI 

Gündüzlü bebek bakıcısı ise hafta içi mesai günlerinde günde 8 veya 9 saat çalışırlar.Cumartesi ve Pazar izin günleridir.

 

Yaşlılarla İlgili Bilinmesi Gerekenler

Televizyon izleyebilmesi için de kumandanın koltuğunun yakınında bulunmalıdır.
Yaşlılar çok hassastır.
Bu nedenle oda sıcaklığından çok çabuk etkilenirler.
Oda sıcaklığının 20 C derece olması genel sıcaklıktır.
En yüksek ise 22-23 C derece olması gerekir.
Oda da cereyan olmamalıdır.Odanın her gün havalandırılması gerekir.
İnsanda 40 yaşından sonra yaşlılık belirtileri oluşur.
60 yaşından sonra daha da ilerler.
75 yaşından sonra insanın derisi,sinir sistemi daha çok hassas olur ve çoğu şeyden çok çabuk etkilenir.



 Paslı Eşyalar

Makas ve bıçaklardaki pas lekesini çıkarmak için en iyi çare gazdır. Pas olan yeri birkaç defa gaza batırılmış bir bezle silin. Sonra da yünlü bir kumaş parçasıyla kurulayın.

 

Kahve Dökülürse

Üzerinize veya halıya kahve dökülürse, lekeyi soğuk suyla ıslattıktan sonra hemen birkaç damla gliserin ile çitileyin.

 

Çivi Çakmak İçin

Duvara büyük çivileri çakmak hiç de kolay değildir. İnsanı oldukça uğraştırır ve sıvanın dökülmesine de neden olabilir. Bunu önlemek için çiviyi çakmadan önce sabuna bulayın. Böylece çivi duvara kolayca girer.

 

 Çiçekleriniz Bozuluyorsa

Evinizdeki çiçekler bazen böcek yüzünden kurur. Onların çiçek köklerini yemelerini önlemek için sigara külünden yararlanın. Çiçek köküne dökeceğiniz küller, böceğin hastalanıp ölmesini sağlar.

 

Koltukların Tozunu Alırken

Elektrik süpürgeniz yoksa ve koltuklarınızın tozunu almanız gerekiyorsa, şu yöntemi uygulayın. Tozunu alacağınız eşyanın üstüne nemli bir bez yayın, beze sopa ile vurarak tozunu çıkarın. Çıkan toz nemli beze yapışacağından hem oda tozlanmaz, hem de eşyalarınız tertemiz olur.

 

Güvelerden Kurtulmak İçin

Güvelerin dolaplarınızı istila etmelerini önlemek için, büyükçe bir portakal alın, üzerine kabuğu görünmeyecek kadar sık biçimde karanfil batırın. Bu karanfilli portakalı giyecek dolabınıza ya da sandığın bir köşesine koyun. Böylece güveleri giyecek dolaplarınızdan uzak tutmuş olursunuz.

 

Tahta Kapı Ve Çerçeve Temizliği

Ellerinizin beyaz veya açık renge boyanmış kapı ve tahtalar üzerinde nasıl kötü izler bıraktığını bilirsiniz. Tahta eşyalar böyle kirlendiği zaman yapacağınız işlem şundan ibaret: Çiğ bir patatesi ortadan ikiye bölün ve lekeli yere hafifçe sürün. Lekeler hemen yok olacak ve eşya eski haline dönecektir. Ayrıca tahta eşyayı temizlemek için şu yöntem de çok etkilidir. İki çorba kaşığı çayı kaynar su içine atın. Su soğuduktan sora renkli kapı veya tahta eşyayı sünger yardımıyla bu su ile yıkayın. Yumuşak bir bezle kurutun. 

 

Evinizi Toparlarken

Temizliğe başlamadan önce doğal olarak evde bir tur atıp şöyle bir etrafı toparlarız. Fakat bunu yaparken sürekli o odadan o odaya dolaşmak zorunda kalırız. Bu da epey bir zamanımızı alır. Evi toparlarken bilimize önünde büyük bir cebi olan bir önlük takarsak ya da elimize bir sepet alıp bütün yayıntıları biriktirip daha sonra ait oldukları yerlere koyarsak daha az zaman harcamış oluruz.

 

Cam Silerken

Cam silerken silme suyuna tuz koyulduğunu hiç duydunuz mu? Camlarınızı silerken suyun içine biraz tuz koyarsanız hem daha kolay temizlerin hem de tertemiz, pırıl pırıl olur. 

 

Yerdeki Cam Kırıkları

Herhangi bir cam eşyamız kırıldığı zaman kırılan eşyadan çok yere saçılan cam parçalarını nasıl toplayacağımızı düşünürüz. Böyle bir durumda bir parça ıslak pamuğu yerde gezdirirseniz cam kırıklarının pamuğa takıldığını ve camların kolaylıkla temizlendiğini göreceksiniz.

 

Kristal Avizeleri Parlatmak İçin

Kristal avizelermizin baş düşmanı sigara dumanı ve tozdur. Bu yüzden avizelerimizi sık sık temizlememiz gerekir. Fakat temizlerken deterjanlı su yerine karbonatlı veya sirkeli su kullanırsanız hem daha kolay temizlenir hem de daha geç kirlenir. 

 

Ezilmiş Halılar

Halılarınızın ezilmiş yerlerini düzletmek için, ıslak bir bezle ılık ütüyü bu ezilmiş yerlerin üzerinde gezdirin. bu işlemi yaparken ütüyü çok fazla bastırmamaya çalışın. Ezilmiş olan kısımların dikleştiğini göreceksiniz. Gerekirse biraz da fırçalayabilirsiniz.